Tevhid
ALINTIDIR:http://caferilik.com/inanc/t1.htm
TEVHİD
Allah Teala'yı Tanımanın Önemi ve Zorunluluğu
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
"De ki: O Allah tektir. Allah, Samed'dir (Her şey O'na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) Doğurmamış ve doğmamıştır ve O'nun hiçbir eş ve benzeri yoktur." [1]
"Göklerde ve yerde olan her şey O'nu tenzih eder. O üstündür ve yüce hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin saltanatı O'nundur. O diriltir ve öldürür ve O her şeye kadirdir. Evvel ve ahir, zahir ve batın O'dur ve O her şeyi bilendir." [2]
"O, öyle bir Allah ki, O'ndan başka bir ilah yoktur. Gizliyi de bilir, görüneni de. O, Rahman (dünya ve ahirette varlık rahmetini her şeye sunan) ve Rahim (dünya ve ahirette has rahmetini yalnızca mü'minlere sunan)dır. O, öyle bir Allah ki, O'ndan başka bir ilah yoktur. Her şeyin sahibidir. Ayıplardan ve noksanlıklardan münezzehtir. Esenliktir ve kullarını esenliğe erdirir. İnanan ve inandırandır. Her şeyi koruyandır. Mutlak saltanat sahibidir. Eksiklikleri giderendir. Uludur. Allah müşriklerin şirk koştuğu şeylerden münezzehtir. O Allah, yaratan, var edip olgunlaştıran ve şekil verendir. Bütün güzel adlar O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nu tenzih eder. O mutlak üstünlük ve hikmet sahibidir." [3]
Hz. İmam Rıza (a.s) babaları aracılığıyla Hz. Ali (a.s)'dan o da Hz. Resulullah (s.a.a)'den naklettiği bir hadiste Hz. Resulullah şöyle buyuruyor: "Allah Teala buyuruyor: "Benden başka bir mabud yoktur. Bana ibadet edin. Sizden kim, "la ilahe illallah" şehadetini halis kalple söylerse, benim kaleme girmiş olur ve kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur." [4]
"Uyun-u Ahbar-ı Rıza" ve Şeyh Saduk'un "Tevhid" adlı kitabında yer alan bu hadisi, Şeyh Tûsi "Emali" adlı kitabında şöyle nakletmiştir: "Hz. İmam Ali (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a)'in şunları buyurduğunu söyledi: "Cebrail-i Emin Allah Teala'nın şunları buyurduğunu bana haber verdi: "Benden başka bir mabud yoktur. Ey kullarım! Bana ibadet edin ve bilin ki, sizden kim, "la ilahe illallah" şehadetini halis kalple söyleyerek benimle mülâkat ederse, benim kaleme girmiştir. Kim de benim kaleme girerse, azabımdan emin olur." Bu sırada o Hazret'ten: "Şehadeti halis kalple söylemenin manası nedir?" diye sordular. Hazret: "Allah'a ve Resulüne itaat edip, Ehl-i Beyt'inin velayetini kabul etmektir" cevabını verdi."
"Sevab-ül A'mal" kitabında Hz. Resulullah (s.a.a)'den nakledilen bir hadiste de Hazret şöyle buyuruyor: "İki kesin şey vardır:
a) Kim, Allah Teala'dan başka bir mabudun olmadığına ve onun bir ortağı olmadığına şehadet ederek ölürse cennete gider.
b) Kim de Allah'a bir şeyi ortak koşarak ölürse cehenneme gider."
"Uyun-ü Ahbar-ı Rıza" ve "İlel-üş-Şerayi" kitaplarında Hz. İmam Rıza (a.s)'dan Allah Teala'yı tanımanın gerekliliği ve nedeni hakkında nakledilen bir hadiste, o Hazret şöyle buyuruyor: "Eğer birisi; "Neden Allah Teala, kendinden başka bir mabudun olmadığına, peygamberlerine, hüccetlerine ve Allah'ın katından gelen kitaplara iman etmeyi emretmiştir?" diye sorarsa, cevap olarak denir ki; bunun birkaç nedeni vardır:
a) Allah'a iman etmeyen birisi onun yasaklarından ve büyük günahları işlemekten sakınmaz. Kendi arzusu, heva ve hevesi doğrultusunda her hoşuna giden fesat ve zulmü yapmaktan hiçbir şekilde kaçınmaz. Her insanın başkalarının hakkını gözetmeden, kendi heva ve hevesine göre istediği her şeyi yapmaya kalkışması ise, bütün halkın fesada düşerek yok olup gitmesine yol açar.
b) Halkın bazısı bazısına zorbalık etmeye başlar. Mallar zorla gasp edilir, can ve namusa tecavüz edilir ve herhangi bir hak veya suç söz konusu olmaksızın herkes birbirini öldürür. Bu ise, dünyanın tahribine neden olur. Ve yaratıkların helak olup, mal ve canların yok olmasıyla sonuçlanır.
c) Allah Teala hikmet sahibidir. Hikmet sahibi ise, ancak fesattan kaçındırıp doğru olan şeyleri emreden, zulümden sakındırıp, kötü işleri yasaklayan kimseye denir. Fesattan kaçındırmak, doğru olan şeyi emretmek ve kötü işlerden nehyetmek ise, ancak Allah Teala'nın varlığını kabul ederek, asıl emreden ve nehyedeni tanımakla olur.
O halde insanlar, Allah Teala'yı tanımak ve varlığını kabul etmekten muaf tutulup kendi başlarına bırakılsalardı, ne onları doğru olan şeylere yönelten, ne de fesatlardan uzaklaştıran bulunurdu. Çünkü, bu durumda artık emreden ve nehyedenin varlığı söz konusu olamazdı.
d) İnsanların başkalarına örtülü kalan gizli konularda fesat yaptıklarını görüyoruz. O halde, eğer Allah Teala'nın varlığını kabul etmek, O'na inanmak ve O'ndan korkmak olmasaydı, kimse kendi heva ve hevesiyle baş başa kalınca herhangi bir günahtan kaçınmaz veya herhangi bir harama düşmek veya büyük bir günahı işlemek hususunda, halkın görmediği hallerde, kimseyi dikkate almazdı. Böyle olunca da bütün insanlar helak olup giderlerdi.
O halde halkın varlık ve mutluluğu ancak ve ancak gizli, açık her şeyden haberi olan, hayrı emreden, fesattan sakındıran, hiçbir gizli şeyin ona örtülü kalmadığı, her şeyi bilen Allah Teala'nın varlığına iman etmekle sağlanabilir. Çünkü ancak bu onları, gizli olan fesatları yapmaktan alıkoyabilir.
Eğer birisi: "Allah Teala'nın vahdaniyetini kabul etmek neden farz kılınmıştır?" diye sorarsa, cevabında denir ki; bunun da birkaç nedeni vardır:
a) Eğer Allah Teala'nın vahdaniyetine inanmak gerekli olmasaydı, insanların iki veya daha fazla idare edici olduğunu hayal etmeleri mümkün olurdu. Böyle olunca da halk, batıl ilahları bırakıp onları yaratanı bulamazdı. Zira, her insan belki de kendisini yaratandan başkasına ibadet ediyor olabilirdi ve belki de bunun farkına varmayabilirdi. Artık onlar gerçekten yaratıcılarını tanımazlardı ve sonuçta ne bir amirin emri kalırdı, ne de bir yasak koyanın yasağı. Zira bu durumda onlar ne hakiki amiri tanırlardı, ne de hakiki yasaklayıcıyı.
b) Eğer iki mabud olsaydı, onlardan biri, diğerine oranla itaat edilip ibadet edilmeye daha evla olmazdı. Diğerine itaat etmeyi caiz görmek ise, Allah Teala'ya ibadet etmeyi farz değil, caiz görmek sonucunu doğururdu. Allah Teala'ya itaat edilmemesini caiz görmek ise, Allah Teala'ya, bütün kitap ve peygamberlerini inkar edip, bütün batılları ispat etmek, bütün hakları kenara itmek, bütün haramları helal kılmak, bütün günahları işleyip, bütün itaatlerden kaçmak ve bütün fesatları helal kılıp, bütün hakları yok etmek demektir.
c) Eğer birden fazla mabudun olması mümkün olsaydı, şeytanın ikinci mabud olduğunu iddia etmesi de mümkün olurdu. Böylece şeytan, Allah Teala'yla her hükmünde çelişip halkı kendi tarafına çekerdi. Bunun sonucunda ise en şiddetli inkarcılık ve nifak ortaya çıkardı.
Eğer birisi: "O halde niçin Allah Teala'nın benzeri olmadığına inanmak farz kılınmıştır?" derse, cevabında deriz: Bunun da birkaç nedeni vardır:
a) Bu durumda insanlar başkasına değil de Allah'a ibadet ve itaate yönelirler. Artık Rableri, yaratanları ve onlara rızk verenleri konusunda bir şüpheye düşmezler.
b) Eğer O'nun bir benzeri olmadığını bilmeselerdi, belki de babalarının diktiği bu putların; güneşin, ayın ve ateşin kendilerinin Rabbi olmadığını bilmezlerdi. Zira bunlar bazıları için şaşırtıcı olabilirdi. Sonuçta bu gibi gayri hakiki mabudlardan ulaştığı sanılan şeyler fesada yol açıp, bütün itaatlerin terk edilmesine ve bütün günahların işlenmesine yol açardı.
c) Eğer insanlara, Allah Teala'nın benzeri olmadığını bilmeleri farz olmasaydı, Allah Teala'yı diğer yaratıklardaki acizlik, cehalet, değişmek, yok olup gitmek, yalan konuşmak ve zulmetmek gibi, hallerle kıyaslamaları, O'na yanlış sıfatları nispet vermeleri mümkün olurdu. Bu hallere sahip olan bir şeyin ise yok olup gitmesinden emin olunmaz, adaletine güvenilmez, sözüne, emrine, yasağına, va'dine, sevap ve cezasına itibar edilmezdi. Böyle bir şeyin olması ise insanların fesada çekilmesi, rübubiyetin batıl olup gitmesi demektir." [5]
Allah Teala'yı Tanımayı Zorunlu Kılan Akli Deliller
Allah Teala'yı tanımanın gerekliliği hakkındaki bu birkaç hadisten sonra şimdi de konuyu akli yönden kısaca inceleyelim.
Allah Teala'yı tanımanın gerekliliği kelam ilminde akli yönden ele alınmış ve bu gibi araştırmaların gerekliliği için birçok akli delil zikredilmiştir. Biz sadece bunların bazısına işaret edeceğiz:
Birinci Delil:
Fıtrattan Kaynaklanan Bilinçlenme İçgüdüsü
İnsanı Allah Teala'yı tanımaya ve onu bu gibi konularda araştırma yapmaya zorlayan şey, onun kendi yaratılışı ve fıtratıdır. Başka bir deyişle insan aklı kendi zatında bulunan içgüdülerle bu tür araştırmalara girmiş ve girmek zorundadır da.
O içgüdülerden birisi, insanın bilinçlenme içgüdüsüdür. Bu içgüdü istisnasız her insanda vardır. İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren etrafında bulunan varlıkların ne olduklarını, onların ve kendisinin nasıl meydana geldiğini ve sonunda ne olacaklarını anlamaya çalışır. Bunu kavramak onun için en büyük amaç sayılmaktadır. Bu içgüdü ta çocukluktan insanda uyanmaya başlar. Çocuğun baba ve annesini soru yağmuruna tutması, işte bu içgüdünün zorlaması sonucudur. Elbette bu içgüdü her şahısta var olmasına rağmen, bütün insanlarda eşit derecede olmayabilir ve her dönemde çalışma alanı değişebilir. Örneğin, çocukluk yaşlarında çocuğu basit şeyleri öğrenmeye zorlayan bu içgüdü, daha sonraları derinleşerek insanı daha derin ve ağır şeyleri bilmeye zorlar. İşte insanı Allah Teala'yı tanımaya ve bu gibi konularda araştırma yapmaya iten en büyük etken de bu duygudur. Çünkü, kavrayış seviyesi yükselen her insanın zihninde bu defa; "Ben neyim? Bu alem nedir? Nereden geldik? Bizi var eden biri var mı? Nereye gideceğiz?" gibi sorular doğar ve bunlara müspet veya menfi bir cevap buluncaya kadar rahat edemez. O halde insan aklı, yaratılışı gereği Allah'ı aramak zorundadır.
İkinci Delil:
Muhtemel Zarardan Kaçınma Duygusu
İnsanı bu sahada araştırmaya zorlayan ikinci bir etken de, yine insanın kendi yaratılışında bulunan muhtemel zarardan kaçınma ve muhtemel bir yararı elde etme duygusudur. Yani, insan aklı, doğuştan herhangi bir zarar ihtimali olduğunda, özellikle de önemsenecek bir zarar olduğu söz konusu ise, onu önleyici tedbirlere baş vurur. Muhtemel bir yararla karşılaşınca da onu elde etme yollarını araştırır. Bu duygu ve aklın bu hükmü hepimizde bulunmaktadır. Örneğin, muhtemel bir deprem veya sel karşısında tedbir almamız veya ihmalkarlıktan dolayı muhtemel bir yararı kaçırdığımızda kendimizi kınamamız, bu duygudan ve aklın bu hükmünden kaynaklanır.
Bu duyguya sahip olan insan, bir takım çok muhterem, sadık, dürüst ve son derece üstün akıl ve bilgi sahibi olan insanların, Allah tarafından gönderilen peygamber olduklarını iddia ederek, insanları O'na iman getirip, O'nun emirlerine itaat etmeye davet ettiklerini, O'na inanıp itaat edenler için büyük mükafatların, kafir olup isyan edenler için de büyük ve acı verici azapların olduğunu ileri sürdüklerini, üstelik hem onların kendilerinin bu yolda istikrarlı olduklarını, hem de doğru, akıllı, bilgin kimselerin onlara iman edip uyduklarını gördüğünde, ister istemez içerisinde onların sözünün doğru olabileceği ihtimali doğar ve bu nedenle kendi yaratılışında bulunan bu duygusu gereğince aklı, ona bu konuda gereken araştırmayı yapıp tedbirli olmasını emreder. İşte bu duygu, insanı özel olarak Allah Tebareke ve Teala, genel olarak da din hakkında inceleme yapmaya zorlayan, insanın kendi yaratılışından kaynaklanan ayrı bir etkendir.
Üçüncü Delil:
Şükran Duygusu
İnsanı Allah Teala'yı tanımaya iten bir diğer etken de, insanın iyilik karşısında minnettar olma duygusu ve insan aklının, her iyilik ve nimet karşısında iyilik yapana ve nimet sahibine teşekkür etmenin gerekliliğine dair olan hükmüdür. İşte bu duygu ve aklın bu hükmü gereğince, her insan kendisine yapılan iyilik karşısında minnet duyar ve iyilik yapana teşekkür eder.
Öte yandan insanoğlu, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren kendisinin yararlanması için hazırlanan nimetlerin sayılmasının imkansız olduğunu görür ve ister istemez sahip olduğu bu duygu gereğince aklı, ona bu nimetlerin sahibine teşekkür etme emrini verir. Nimet sahibini tanımadan da ona teşekkür etmek mümkün olmadığından; aklı onu bu nimetleri kendisi için hazırlayanı tanımak ve bu konuda araştırma yapmak zorunda bırakıyor. İşte böylece insan nimet sahibini tanımayı araştırmaya koyulur.
Buna göre, insanın Allah Teala'yı tanıma isteği ve genel olarak dini araştırması onun kendi akli yapısı ve fıtratında bulunan duygulardan kaynaklanır.
Böylece bazı materyalistlerin ileri sürdükleri; "İnsanı din konusunda araştırmaya iten ve dine yönelten bir takım dış etkenlerin olduğuna" dair görüşlerinin batıl olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat biz yine de aşağıda onların ileri sürdükleri etkenleri ele alarak kısaca inceleyeceğiz.
Materyalist Ekol Ne Diyor?
Varlığın madde alemiyle sınırlı olduğunu iddia eden bu ekol; dinin doğuşu hakkında üç ayrı görüş ortaya atmıştır.
1- Cehalet
Materyalistler diyorlar ki; Tanrı ve din kavramı insan zihninde cehaletten doğmuştur: "İlk insanlar tamamen bilgisiz olduklarından, gerek dünya ve gerekse kendileri hakkında bir bilgileri olmadığından ve dünya üzerinde etki yaratabilmek için ancak çok basit araçlardan yararlandıklarından, kendilerini şaşkınlığa çeviren bütün olayların sorumluluğunu (taşıdıkları özelliklere göre) doğa üstü güçlere (iyi ruh, kötü ruh, cinler, şeytanlar ve yaratıcılar gibi) yüklüyorlardı."[6]
Kısacası Engels'in deyimi ile: "Din (tanrı) insanların sınırlı (dar) anlayışından doğmuştur."[7] Örneğin, eski insanlar yağmur ve karın güneş ısısıyla denizlerden yükselen buharların soğuk tabakaya ulaşarak donmasından, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın da bulutlar arası elektrik akımından doğduğunu bilmiyorlardı.[8]
Yine, onlar diyorlar ki; "İlkel insanlar sıtma hastalığının bataklık ve benzeri yerlerde yaşayan sivrisinekten geçtiğini bilmedikleri için, asırlarca kötü ruhlardan yakınıp durdular. Ama gün geçtikçe insan bilinçlendi, bilinçlendikçe de yıllardır yaratıcının eteğinden tuttuğu şeylerin gerçekte maddesel nedenleri olduğunu gördü. Bu gün bilim bir çok şeyin maddesel nedenini anlamış, bir kısmını da anlamak yolundadır. Böylece cehaletten doğan yaratıcı kavramı hayalet aleminde yok olup gitmektedir."
Cevap:Görünürde aldatıcı bir şekilde takrir edilen bu görüş, aslında hiçbir ilmi gerçeğe dayanmayan temelsiz bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü ilk önce bu görüş kendisiyle çelişmektedir. Biz burada tanrı kavramı gibi dinsel kavramların menşeini araştırıyoruz. Biz insanları dinsel inanç ve kavramlara yönlendiren etkenlerin neler olduğunu inceliyoruz. Materyalistler insan zihninde tanrı kavramı gibi dinsel kavramların oluşmasına vesile olup, onları dini inanç ve eğilimlere iten sebebin insanların cehaleti olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddianın kendisi tanrı kavramının daha önceden insan zihninde oluştuğunu göstermektedir. Zira daha önceden yaratıcı düşüncesine sahip olmayan bir insan, onun bir şeyi meydana getiren sebep olduğunu kestiremez. O halde, herhangi bir nesnenin veya herhangi bir hadisenin nedenini araştıran insan eğer, onu tanrıya bağlıyorsa, demek ki, o insan bu incelemeyi yapmadan daha önce hem nedensellik ilkesini yani, bir nesnenin, bir hadisenin nedensiz meydana gelemeyeceğini, hem de tanrı kavramını bilmektedir ki, o nesne veya hadiseyi tanrıya nispet vermektedir. Oysa, bizim bahsimiz, bu kavramın ilk olarak insanın zihninde nasıl oluştuğu hakkındadır. Buna göre, ilk insanlar yaratıcı düşüncesine daha önceden sahiplermiş ki, örneklerde zikredilen nesnelerin de onun tarafından meydana getirildiğini düşünmüşler.
Sonra insanoğlunun zihninde kendine yer bularak onu meşgul eden konuları üç ana başlık altında toplamamız mümkündür:
1- Yalnızca insanoğlunun akıl ve mantık yapısı gereği zihninde oluşan ve onu kendine çeken konular. Başka bir tabirle, insan zihninde oluşan bir takım şeyler var ki, insanın akılsal ve mantıksal yapısı onların insan zihninde oluşmasında yeterlidir. Açıktır ki, bu gibi konuların insan zihninde oluşmalarını tevcih etmek için insanın kendi akılsal ve mantıksal yapısından başka bir neden aramak doğru olmayıp bilimsellikten uzaktır. Buna örnek olarak, nedensellik kanununu zikredebiliriz. Yani, yaratılışı gereği akıl ve mantık sahibi olan insan, varoluşundan itibaren bir şeyin kendiliğinden ve nedensiz olarak var olamayacağını kavramış ve dolayısıyla karşılaştığı her şeyin nedenini araştırmaya koyulmuştur. İnsanı bu kanuna müteveccih kılan onun kendi akıl ve mantık yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanoğlunun bu konuya gösterdiği teveccühün sırrını, onun akli ve mantıki yapısında aramalıyız. Bunun için başka nedenler peşine gitmemiz ve onu başka nedenlere bağlamamız, ne doğrudur, ne bilimsel.
2- İnsanoğlunun akıl ve mantık yapısıyla ilgili olmayıp, onun duygu ve içgüdüleriyle alakadar olan, yani onun fıtri yapısıyla bağlantılı olan konular. Başka bir tabirle de, bir takım konular ve hususlar da vardır ki, onlar insanoğlunun fıtrî yapısı ve içgüdüleriyle ilintilidir. Onları insan zihninde oluşturan ve insanoğlunun o hususlarla ilgilenmesini sağlayan onun fıtrî yapısı ve içgüdüleridir. Açıktır ki, insanoğlunun bu hususlara teveccühünün sırrını da, onun fıtrî yapısı ve içgüdülerinde aramalıyız. Bunun için başka nedenler aramamız da ne doğrudur, ne de bilimsel. Buna örnek olarak da, insanoğlunun evlilik hayatına olan teveccüh ve ilgisini misal getirebiliriz. İnsanoğlu varoluşundan bu yana belli bir yaşa geldiğinde elbette ki, bu hususa ilgi göstermiş ve gereğini yapmıştır. Açıktır ki, insanı bu konuya yönlendiren onun yaratılış yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla da, "İnsanoğlunu bu hususa teveccüh ettiren etken nedir?" sorusunu yönelten kimse, "İnsanoğlunun bu hususa teveccüh etmesini sağlayan, onun kendi fıtrî yapısı ve içgüdüleridir" cevabından başka bir cevap alamaz. Başka bir cevap verilse de, onun hata olduğundan kimse şüphe etmez.
3- İnsanoğlunun hayatında kendine yer bulup onun zihnini meşgul ettiği halde, ne onun akli ve mantıki yönünden, ne de yaratılış ve fıtrat boyutundan kaynaklanan konular. Aksine, insan mantığı ve fıtratında bir yeri olmadığı halde, bir takım dış etkenler sayesinde insan hayatında kendine yer bulan konular. Buna, bazı insanların bir takım şeyleri herhangi akli bir sebebi olmadığı halde, uğursuz saymalarını misal gösterebiliriz. Açıktır ki, bu gibi olayları ne insanların mantıksal boyutuna bağlayabiliriz, ne de yaratılış yapılarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu gibi konuların tevcihi için, bir takım dış etkenler aramalıyız. Bu etkenler, bir takım toplumsal etkenler de olabilir, psikolojik bir takım sebepler de olabilir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlunun hayatında kendine yer bulan bir konu, eğer onun mantıksal boyutu veya yaratılış yapısı ile ilgili ise, artık onun tevcihi için bir takım dış etkenler peşinde koşmak abes olmakla birlikte, bilimsellikle de bağdaşmaz.
İnsanoğlunun varoluşundan itibaren dini konu ve kavramlara ilgi gösterdiği şüphesizdir. Peki, insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan ve onu bu konularda araştırma yapmaya iten etken nedir? Acaba insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan, onun kendi akıl ve mantık yapısı veya fıtrî yapısı mıdır? Yoksa, ne onun akli ve mantıki yapısında, ne de fıtrî yapısında bu gibi konuların bir yeri olmayıp, onun bu gibi konularla ilgilenmesini sağlayan başka etkenler mi vardır?
Biz yukarıda, insanoğlunun dini kavramlara ilgi göstermesinin ve dini konularda araştırma yapmasının, hem insanın mantıksal boyutunun gereği olduğunu, hem de yaratılış yapısının zorunlu kıldığı bir olay olduğunu ispatladık. O halde insanoğlunun hem mantıksal boyutunu, hem de yaratılış yapısını bir kenara bırakıp da, ondaki bu eğilimi tevcih etmek için, materyalistlerin ve bazı psigolokların yaptığı gibi, bir takım dış etkenler aramak doğru olmadığı gibi, bilimsellikle de çelişmektedir.
İlaveten, biz yukarıda da izah ettiğimiz üzere, insanlar yaratıcı düşüncesine, alemin bir bütün olarak nedenini ararken kendi akli yapıları ve fıtratlarında bulunan duygular sayesinde varmışlardır, yoksa tek tek nesnelerin nedenini ararken değil. Eğer dinler tarafsız bir şekilde incelenirse, bu gerçek apaçık olarak görülür.
Kısacası, tek tek her nesnenin bir var eden nedeni olduğunu bilen insan, niçin bir bütün olarak alemin de bir var edeni olabileceğini düşünmesin? Onu düşünen bunu düşünemez mi?!..
İnsanın yaratılışında bulunan diğer eğilim ve duyguları ihmal etsek bile, hayatının başından itibaren nedensellik ilkesinin, yani her meydana gelen bir olayın kendiliğinden ve sebepsiz meydana gelmesinin imkansız olduğunun farkında olan insan, elbette ki, varlık aleminin tamamının da bir sebep ve nedeni olup olmadığını araştırmaya koyulacak veya en azından bu ilkenin farkında olmak, onun zihninde bütün varlıkların da bir menşei ve yaratanı olup olmadığı sorusunu doğuracaktır. Bu durumda başka dış etkenler peşinde olmak elbette ki, doğru değildir.
Kısacası, insanın bu evrenin akılları hayran bırakan çok ince bir nizam içerisinde hareket ettiğini, onda hiçbir kusur ve eksikliğin olmadığını görmesi, insan zihninde böyle düzenli bir teşkilata sahip olan varlık aleminin bir menşei ve müdebbiri olup olmadığı sorusunu doğurarak, onu bu konuda araştırma yapmaya sevk etmekte yeterlidir. Dolayısıyla insanın bu araştırmasını yorumlamak için başka nedenler aramak doğru ve bilimsel değildir.
2- Mahrumiyet
Bazı materyalistler de dinin varoluş sebebini mahrumiyete bağlamaktalar. Şöyle ki; yukarıda naklettiğimiz görüşlerinin, materyalizmin temel ilkesi olan ekonominin asaleti teorisiyle bağdaşmadığını gören bu tip materyalistiler, onu beğenmeyerek her şeyde olduğu gibi, dini de bu ilkeye uygun bir şekilde yorumlamaya kalkışmışlardır.
Onlara göre; "Sınıflı bir toplumda dinin kökleri, sosyal gelişme unsurları, sömürme ve yoksulluk ile karşı karşıya kalan insanın çaresizliğinde ve kitlelerin özleminde yatar. Din burada Lenin'in sözleriyle "devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı forumlarından biridir." [9]
Görüldüğü gibi; materyalizm, burada yaratıcı ve din düşüncesinin mahrumiyet, sefalet, yokluk içerisinde tedirgin, çaresiz yalnız kalmış, devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış, ezilmiş halk kitlelerinin kalplerinde besledikleri kurtuluş, saadet ve intikam özlem ve hayalinden doğduğunu iddia etmektedir.
Cevap: Materyalizmin bu iddiası da doğru değildir. Zira bu görüş gereğince sadece mahrumiyet ve sefalet içerisinde olanların dini kabul etmeleri ve böyle problemleri olmayanların ise tamamıyla dinsiz olmaları gerekir. Oysa bu gerçekle bağdaşmamaktadır. Bu görüşü ortaya atan materyalistlere haklı olarak şu soruyu sorabiliriz: Peki, mahrumiyet ve sefalet içerisinde olmayan zenginler... Onlardaki din düşüncesi nasıl doğdu? Onlardaki din düşüncesini nasıl açıklayacaksınız?
Eğer din, iktisadî mahrumiyet ve sefaletin bir ürünüyse, zengin insanlarda böyle bir şey söz konusu edilemez.
Başka bir deyişle, eğer dini, mahrumiyet içerisinde olan fakirler kendilerini avutmak için doğurmuşlarsa, mahrumiyet içerisinde olmayan zenginlerin buna inanmaması, bunu kabul etmemesi gerekirdi. Halbuki dine inanmayan zenginlerin yanında fakirler de olduğu gibi, tarih dinine sıkı sıkıya bağlı zenginlerle doludur. Hatta sadece malını değil, canı ile birlikte her şeyini dini uğrunda severek feda etmeye razı olanlar görülmektedir. Tarih malını, canını, kısacası her şeyini dini uğrunda feda eden büyük kahramanları iftiharla anmaktadır. Bu gün de böyle insanlar az değildir.
Bunun dışında, faraza din mahrumiyetten doğmuştur. Ama materyalistlerin kendi itiraflarına göre, ilk insanlar tabakasız (komün) bir yaşantı sürdürmekteydiler; gıda mamulleri herkesin ihtiyacından kat kat fazlaydı. O toplumda insanlar, sömürmek, sömürülmek, ezilmek, mahrumiyet, sefalet içinde bunalmak değil, bu kavramların ne anlama geldiğinden bile haberdar değillerdi. Tarihin şahitliğine göre, onların da dini inancı vardı. Böyle iken onlardaki din düşüncesi nasıl doğdu? Bunu nasıl açıklayabilirler? Bu varsayım onların din inancını ve dine yönelişini açıklamaktan acizdir. O halde bu varsayım da yanlıştır.
3- Sömürü
Materyalistler bununla da hakikati gizleyemeyeceklerini, dünkü tarih ve bugünkü yaşamın kendilerini yalanladığını görünce, söz değiştirerek sanki biraz önce dini, sefalet içindeki fakir insanların doğurduğunu söyleyen kendileri değillermiş gibi, bu sefer de tam tersine dini, fakirleri daha kolay sömürebilmek için zenginlerin yarattığını ortaya atıyorlar.
Lenin komünist gençliğin üçüncü ittihat kongresinde yaptığı konuşmada şöyle diyor: "Burjuvalar, bizim bir ahlakımız olmadığını iddia ederler, oysa ki, bizim de ahlakımız vardır. Biz burjuvaların kabul ettiği anlamdaki ahlakı inkar ediyoruz. Onların ahlakı, tanrının emirlerinden gelir; biz ise hiç kuşkusuz tanrıya inanmıyoruz. Ve biz çok iyi biliyoruz ki, tanrı altında konuşan başkalarının emeklerini kendi çıkarları için sömüren rahipler, mülk sahipleri ve burjuvalardır. Ya da onlar bu ahlakı tanrı emirlerinden alacakları yerde, nihayet tanrı emirlerine pek benzeyen ülkücü, ya da ülkücü gibi görünenlerin kullandığı cümlelerle anlatmaktadırlar. Bizim inkar ettiğimiz ahlak, sınıfların hatta insanlığın dışından alınmış olan bütün bu emirlerdir. Bunlar, mülk sahipleriyle kapitalistlerin büyük çıkarları için işçilerle köylülerin kafasını şişirmek ve onları aldatmak için ortaya atmış oldukları sözlerdir. İşçilerin çıkarları sınıf savaşlarının gerçeklerine bağlıdır. İşçiler arasında bugün gerçekleştirmeye çalıştığımız birliği hiç bir felsefi ve dinsel ahlak yaratamazdı. Toplum dışından gelen her ahlak kuralı yalandır." [10]
Marx ise başka bir yerde dinin afyon oluşundan yakınmaktadır. Dini sömürücü kapitalist, burjuva ve diğer çıkar guruplarının proletaryaya (işçi sınıfına) her türlü sosyal haklarını unutturup, onu gaflet uykusuna yatırarak sömürüsünü daha kolayca yapabilmek ve sömürüsüne sağlamlık kazandırmak için ortaya attığı bir hileli ip veya zehirli afyon olarak niteleyen Marx'a göre, sabra davet etmek, kıyamet, cennet, cehennem... va'dlerinde bulunmak da bu yüzdendir. Bütün bunlardan tek ve asıl amaç proletaryayı uyuşturup daha kolay teslim olmasını sağlamaktır.
Cevap:Materyalizmin bu görüşü de öncekileri gibi asılsız olup, hiçbir ilmi gerçeğe dayanmamaktadır. Zira bir kere, daha tarihi araladığımızda görüyoruz ki, tarih yine materyalizmi yalanlamaktadır. Bu görüşü tarihin tasdik ettiği doğru bir görüş olarak niteleyebilmemiz için, tamamen gerçek tarihi bırakıp, hayali olarak bu görüşe uygun yeni bir tarih uydurmamız gerekiyor.
Tam tersine, tarih dinin ilk önce zenginler tarafından değil, mahrum fakirler tarafından desteklendiğini, geniş bir çevreye yayılmadan önce, en kuvvetli köklerini fakirlerin kalbinde attığını, gelişme ve yayılmasını da fakirlerin eteğinde ve yine onların fedakarlığı ve ağır çabalarıyla sağladığını kaydetmektedir. Örneğin, Hıristiyanlığın dünyaya yayılmasında, özellikle de, Rum İmparatorluğu'nu egemenliği altına almasında, kalplerindeki ateşli imanın o nurlu meşalesinden başka hiçbir şeye sahip olmayan fedakar mahrum fakirlerin en büyük rolü oynadıklarını tarih okuyan herkes bilmektedir. İslamiyet de öyledir. İslam dini de ilk olarak Mekke'nin fakirlerinin veya pek zengin olmayan fertlerin kalbinde taht kurmuştur. Savunulması ise yine onlar tarafından yapılmıştır. Halbuki materyalizmin bu iddiasına göre, dinlerin ilk önce zenginler tarafından benimsenmesi ve yine onlar tarafından savunulması, fakirlerin de buna karşı direnmeleri gerekiyordu. Bilal Habeşi'nin efendisinin, onun üzerine koyduğu yarım tonluk taşın üzerine, "Dinden çıkmazsan öleceksin" değil, "Dine girmezsen öleceksin" yazması gerekiyordu.
Materyalistler dini zenginlerin kendi çıkarlarını korumak için uydurduklarını söylüyorlar. Bu, din her zaman zenginlerin çıkarlarını esas almış, zenginlerden yanadır demektir.
Şimdi onlara göre, burjuvazi zenginleri koruyan en son ve en kamil din olan İslam dinini ele alalım. İslam dininde faiz mutlak olarak haram edilmiştir. Şimdi soruyoruz: İslam'dan önce zenginlerin bir numaralı gelir kaynağı ve sömürü aleti olan faizi haram etmek onların çıkarlarına mıydı?!
İslam dini gelmeden önce zenginler büyük imtiyazlara sahip idiler. İslam dini gelişiyle hiçbir kimsenin imtiyaz sahibi olamayacağını, herkesin Allah katında ve bütün haklarda eşit olduğunu ilan etti ve hatta daha ileri giderek böbürlenen zenginleri en kötü insanlar olarak ilan ederek halka onları rezil etme emrini verdi. Yine soruyoruz: Dini zenginler uydurmuşsa, onda her şeyden önce kendi çıkarlarını gözetmeleri ve pekiştirmeleri gerekirdi. Oysa, dinin emirleri bunun aksinedir. Peki, sahip oldukları bu imtiyazları kaldırmak onların çıkarlarına mıydı?! Onların kendi elleriyle kendi imparatorluklarını yıkmaları akla uygun mudur?!
Gelelim zenginlerin malında fakirler için ayrılan bir tür vergi niteliğindeki mallara... İslam dini bununla da kalmayıp daha ileri giderek, ihtiyaç dışı malların, harcanılacak zaruri yerler olduğu halde, harcanmayıp toplanmasına veya lazım olan yeri bırakıp da gereksiz yerde harcanarak israf edilmesine yasak koyarak, bunun büyük bir günah olduğunu açıklamış ve bu gibi hareketlerde bulunan insanları en ağır şekilde kınayarak, kendilerine dünya ve ahirette en büyük müeyyideler ve cezalar uygulanacağını belirtmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, yanları ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın" denecek."[11] Acaba bunların hangisi onların çıkarınadır?
İslam dini, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevini zorunlu kılarak, insanları çevresinde olan olaylardan sorumlu kılmış, böylece de onların kötülüğe, zulme hep birlikte karşı koymalarını emretmiştir.
Hz. Resulullah (s.a.a) "Kendi içindeki zayıfların, fakirlerin güç sahibi zorbalarda olan haklarını, hiç bir tereddüt gösterilmeden alamayan bir toplum takdise (refaha, saadete) erişemez" [12] diyerek insanlara sosyal adaleti emretmiştir. Tekrar soruyoruz: Acaba bu saydıklarımızın hangisi zenginlerin çıkarınadır?
Hz. Resulullah'ın "Hak Ali iledir, Ali hakladır. Ali Kur'an'ladır, Kur'an Ali iledir" gibi, birçok methiyelerle övdüğü, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetle birlikte hakkında Tathir ayetinin de inmiş olduğu İslam'ın en büyük liderlerinden biri olan Hz. İmam Ali (a.s)'ın kendi halifeliği döneminde Malik bin Eşter-i Mısır'a vali tayin ettiğinde ona yazdığı ünlü emirnamesinde bakın ne diyor: "Sana helal olmayan şeylerden nefsini koru. Hükümdarlık döneminde kalbinin şiarı; merhamet etmek, insanları sevmek, onlara lütuf etmek olsun. Sakın onların sırtından geçinen zararlı bir kurt gibi olmayasın. Çünkü onlar iki sınıftır: Ya senin din kardeşindir. Ya da yaratılışta bir eşindir. Allah'a karşı insafını koru (onun emirlerine itaat et ve emirlerine karşı çıkma) ve asla ne sen halka zulüm et, ne de yakın akraban veya dost ve arkadaşlarına izin ver. Öyle olma ki, bu gibi insanlar sana güvenerek zulüm yapsınlar.
Şunu da bil ki, Allah'ın kullarına zulüm edenin düşmanı Allah'ın kendisidir. Allah Teala nedensiz ve haksız yere düşman olmayacağına göre, Allah'ın düşmanı olduğu kişilerin özür ve delili de kabul edilmez. O kişi tevbe edip mazlumların hakkını geri verene ve onların gönlünü alana kadar Allah'la savaş halindedir.
Şunu da bilmiş ol ki, hiçbir şey, Allah'ın nimetinin kesilerek yerine hüsranın gelmesinde zulüm üzerine kurulan bir yönetim kadar etkili değildir. Allah mazlumların nidalarını duymaktadır ve onların hakkını zalimden en iyi şekilde alandır."[13]
Hz. Ali ülkesinde çözüm bekleyen sayısız siyasi buhranlar olduğu halde onların hiç birisine, sosyal adalet ve fakirlerin hakkının korunmasına verdiği önem kadar önem vermemekte, ısrarla Malik'e onların hakkını ve sosyal adaleti tavsiye etmektedir.
Emirnamesinin bir yerinde de şöyle diyor: "Allah! Allah! O ezilen alt tabaka var ya işte onların hakkı... (En çok onların hakkında Allah'tan kork) Onlar ki, ne bir sığınacak yerleri var, ne de başka bir şeyleri... Yokluktan çeşitli eziyet ve zorluklar içerisinde kıvranıyorlar. Onlar içerisinde ihtiyaçlarını gizlemeyen olduğu gibi, onuruna yediremeyip, sırrını kimseye açamayanlar da vardır.
Ey Malik! Allah'ın sana teslim ettiği hakkı (onların hakkını ) koru. Beyt-ül maldan ve İslam ordularının topladığı çeşitli tarım ürünlerinden bir kısmını da onları refaha kavuşturmak için ayır. Onların kendileri, herhangi bir nedenden dolayı gelip haklarını almaya güçleri yetmezse, sen bunu onların kapısına kadar götür. Çünkü onların uzakta olanı (iktidarı olmayanı) aynen yakında olanın sahip olduğu hakka sahiptir."[14]
Hz. Ali (a.s)'dan naklettiğimiz bu sözler dinin özünü açıklamaya yetmez mi? İsterseniz Hz. Ali (a.s)'den dinin gerçekte neden ve kimden yana olduğunu ve neyi korumak istediğini tek cümlede anlatmasını isteyelim: "Her zaman fakirden yana ol; çünkü Allah da onlardan yanadır. Asla sömürücü zenginin tarafına geçme. Çünkü şeytan onların tarafındadır."[15]
Dinde Sabır
Materyalistlerin, dindeki sabır çağrısını istismar ederek, kendi hedefleri doğrultusunda sabrın: "Hakkımı kıyamette alırım" anlayışını ifade ettiğini ve böylece sabrın, halkı zulüm karşısında boyun eğip teslim olmaya davet etmek demek olduğunu göstermeye çalıştıklarına işaret etmiştik. Şimdi de bu konuya kısaca bir göz atalım.
Evet dinlerde sabra çok önem verilmiştir. Fakat bu sabır çağrısı, materyalistlerin göstermeye çalıştıkları gibi zulüm karşısında boyun eğmek anlamında değildir.
Dinlerde sabır genellikle aşağıda açıklayacağımız şu üç anlamda kullanılmıştır ki, her üç anlamda insanlık için elzemdir.
1- Cephede düşmanla çarpışırken çıkacak zorluklar karşısında yılmamak, zorluklara sabredip göğüs germek anlamında: "Düşmanla savaşırken eğer sizlerden yüz taneniz (çıkacak zorluklara göğüs gerip) sabırlı olsanız onlardan iki yüz tanesine galip gelebilirsiniz." [16]
2- İnsanlığın saadet ve refahını tehdit eden şehvani ve hayvani arzular, günahlar karşısında sabırlı olmak. "Sabır ve namaz ile yardım dileyin, hiç şüphesiz namaz, huşu duyanların dışındakilere ağır gelir." [17]
3- Hayatta karşılaşılan zorluklar karşısında iradeli olmak, şuurunu yitirmeyerek o zorlukları ortadan kaldırmak için sabırlı olup mukavemet etmek: "...Bir zorluk veya musibetle karşılaştığında sabırlı ol." [18]
İlahi dinleri incelediğimizde dindeki sabrın bu anlamlarda kullanıldığını, materyalistlerin iddia ettikleri şekilde zalime ve zulme karşı teslimiyet anlamını ifade etmediğini açık bir şekilde görebiliriz. Yukarıda işaret ettiğimiz üç ayetin bu gerçeği en açık şekilde ortaya koymasına rağmen, biz bu mevzuu iki ayet ve bir hadisle pekiştirerek tamamlayacağız.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; Lakin iyi olan, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve muttakiler de ancak onlardır." [19]
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar ki, sahipleri olan Allah'ın öz rızasını kazanmak için sabrederler, namaz kılarlar, gizli ve açıkça Allah'ın onlara verdiği rızktan harcarlar ve kötülüğü iyilikle gidermeye çalışırlar. İşte dünya yurdunun akıbeti onlarındır." [20]
Hz. Resulullah da şöyle buyurmuştur: "Sabır üç konuda olur: Musibet karşısında sabırlı olmak, Allah'a itaat etmekte sabırlı olmak ve günah karşısında sabırlı olmak..." [21]
Görüldüğü üzere, bu üç husus da insanlık aleminin bekası ve hayatın devamlılığı için elzem ve zorunlu unsurlardır. Bunlar fakirlere, sömürüye, zulme teslim olmak değil, ona karşı direnç ve mukavemet iradesi verir. O halde materyalistlerin bu iddiaları da hiçbir esasa dayanmayan boş bir iddiadan öteye gitmemektedir.
4- Korku
Avusturyalı psikolog Freud,[22] korkunun Allah'a ve dine inanmanın kaynağı olduğunu savunmuştur.[23]
Şöyle ki; sel, tufan, deprem, hastalık ve ölüm gibi korkutucu tabii olaylarla karşılaşan insanoğlu, bu olaylardan korkuya kapılarak, onların tamamını tanrı diye tabiat üstü bir varlığa bağlamıştır.
Freud'a göre; Allah, insanların yaratanı değil, mahlukudur! Gerçekte insanların zihinlerinde dini inançların oluşmasının asıl sebebi, bu olayların zararlarından korunma arzusudur. İlk insanlar, zararlı olayların karşısında içerisine düştükleri korku ve ıstıraptan kaçmak için, gittikçe kudret sahibi, şuurlu ve tabiata hakim bir varlığa inanmaya başladılar. Böylece kurban, ibadet, dua ve buna benzer şeyler, vasıtasıyla bu varlıkların sevgisini kazanarak, kendilerini tehlikelerden kurtarmaya çalıştılar.
Cevap: İlk önce; bu görüş sadece bir teori ve varsayımdır. Bu görüşü, kanıtlayacak hiçbir tarihi delil yoktur.
İkincisi; insanlardan bir grubunun veya hepsinin korku yüzünden Allah denen madde üstü bir varlığı kabul ederek ona taptıklarını farz etsek bile, mantıki açıdan bundan "Allah yoktur. Bütün dinler yalan ve boştur" sonucunu alamayız. Bu görüş, en fazla, doğru olduğunu farz etsek bile, halkın din ve Allah'a yöneliş sebebinin yanlış olduğunu ispat edebilir. Bu ise, Allah'ın var olmadığını ve dinlerin gerçek olmadığını ispat etmekten farklıdır.
Örneğin; insanlık aleminde tarih boyunca yapılan ilmi buluşların birçoğu, meşhur olmak, para veya toplumsal kariyer kazanmak için gerçekleşmiştir. Bu sebeplerin doğru olmayıp, ahlak dışı olması, o ilmin de batıl ve geçersiz olduğunu göstermez.
Özet olarak bu görüşte, insanı bir şeye yönlendiren şeyle insanın ulaştığı şey birbirleriyle karıştırılarak, birinin batıl olması halinde, diğerinin de batıl olacağı zannedilmiştir. Oysa, bu ikisi farklı konular olup birbirleriyle hiçbir bağlantısı yoktur.
Üçüncü olarak; tarihi gerçekler bu görüşün batıl olduğunu ispat etmektedir. Tarih, dini getiren ve insanları Allah'a inanmaya davet eden kimselerle, ona kalpten inanların devamlı olarak halkın en cesaretli ve en şecaatlileri olduğunu, en ağır işkenceler karşısında bile, davetlerinde direnerek, ondan vazgeçmediklerini göstermektedir.
Tarih boyunca ve günümüzde kesinlikle Allah'a inanmayan binlerce korkak insanlar olmuş ve olagelmektedir. Oysa, bu görüş gereğince onların en dindar insanlar olması gerekirdi.
Eğer Allah'a inancın asıl kaynağı tabii olaylardan korkmak olsaydı, tabiat olaylarının birçoğunun, kontrol altına alındığı günümüzde, Allah'a olan inancın yok olması veya en azından önemini kaybederek zayıflaması gerekirdi. Oysa, günümüzde Allah'a ve dine yöneliş tam kuvvetiyle yerinde bakidir, hatta ilim ilerledikçe dini inançların daha da güçleştiğine şahid olmaktayız.
Bilimsel Açıdan Din Konusunda Araştırma Yapmak Doğru Mudur?
Din hususunda herhangi bir araştırmaya girip, dinsel kavramların ret veya kabulünden önce, çözülmesi gereken diğer bir sorun da, bu konuda yapılacak araştırma ve tartışmanın doğru olup olmadığıdır.
Şöyle ki, son zamanlarda bazı filozoflar, insanın ancak deney ve gözlem yoluyla elde edilebilen gerçekler üzerinde bilim ve deneye dayanarak araştırma yapabileceğini, felsefenin konusunun da doğa olduğunu ve doğa dışı kalan deney ve gözlem yoluyla araştırılması imkansız olan yaratıcı vb. gibi kavramlar üzerinde araştırma yapıp, tartışmanın insan kudreti dahilinde olmadığını, dolayısıyla bu gibi araştırmaların yanlış ve yararsız olduğunu ileri sürmekteler.
İnsan zihnindeki bütün kavramların duyular aracılığıyla doğduğunu, yani düşüncelerin temelinin doğa olduğunu ve verdiğimiz bütün hükümlerde yanlış ve doğruyu ayrıt etmekte kullanabileceğimiz tek ölçeğin deney ve gözlem olduğunu kaydeden (genellikle pozitivist olan) bu filozoflara göre, doğa dışı olan yaratıcı vb. gibi kavramlar, duyular aracılığıyla algılanamadığı gibi, onlar hakkında vereceğimiz herhangi bir hüküm üzerinde de, bir deney veya gözlem yapılamayacağından dolayı, onlar hakkında araştırma yapmak ve görüş belirtmek yanlış ve boş bir işle iştigalden başka bir şey değildir. Onlar ayrıca asırlarca bu konuda uğraşan Metafizik felsefesinin de boş sözler yığınından başka bir şey olmadığını ileri sürüyorlar. Onların başında pozitivizmin babası olan ünlü Fransız filozofu Auguste Comte (1798 – 1857) gelmektedir.
Auguste Comte'e göre; "biz ancak fenomenleri bilebiliriz fenomen konusundaki bilgimiz de mutlak değildir. Sadece rölatiftir. Bir olayın özünü (gerçek nedenini) arayıp sormanın anlamı yoktur. Biz ancak bu olayın ardarda geliş (succession) ve benzerlik (resemblance) bakımından öteki olaylarla olan ilişkilerinin (relation) ne olduğunu sorabiliriz. Böyle bir sorunun da anlamı vardır. Değişmez (constant) olan bu ilişkilerden benzerlik bakımından bir olanlarına kavramlar, ardarda geliş bakımından bir olanlarına da (fenomenlerin kanunları) deriz. Bütün bilimsel bilginin anlamı da fenomenleri önceden bildirmektedir. "Savoir pour: Bilmek önceden bilmek içindir" şimdi, (pozitivizmin) gördüğü veya göreceği iş bilimsel bilginin bu anlamını kavrayıp ona göre davranmaktır. Bu amaca uymayan bütün (teolojik ve metafizik) öğeleri bilimsel bilgiden uzaklaştırmaktır."
Auguste Comte'e göre; "insan bu fikre, üç aşamada ulaşmıştır: 1. Teolojik dönem: Bu dönemde insanlar olay ve olguları canlı yaratıkların yürüttüğüne inanmaktadır. 2. Metafizik dönem: Bu dönemde de tanrılar yerlerini soyut kanunlara terk ediyor. 3. Ve son dönemse, kendisinin savunduğu pozitif dönemdir ki, bu dönemde de soyut kanunların yerini fenomenler kanunu almıştır." Bu görüşün savunucularından biri de Harbert Spencer'dir.
"Spencer bilgiyi, objelerin karşılaştırılarak bunlar arasında bağlantı kurulması şeklinde anlar. Dolayısıyla her şeyin kaynağı olarak tasarlanan "kuvvet"i(evrenin son temelini), mutlak bilinmez sayar. Mekan, zaman, hareket, kuvvet, bilinç ve kişilik gibi kavramlarımız deneyin sınırlı ve rölatif dünyasında kaldıkça açıktırlar ve işe yararlar. Ama bunları, mutlak bir varlıkla bağlantılı kavramlar olarak kullanmaya kalkarsak, çelişkiye düşeriz. Biz ancak sonlu ve sınırlı olanı bilebiliriz." [24]
Böylece pozitif felsefe, yalnız doğru kılavuz saydığı his ve deneyin kendisine gösterdiği yolu ve çizdiği sınırı görebiliyor ve haklı olarak bu sınırdan öteye geçmeye hakkı olmadığını itiraf ederek o konularda susmayı tercih ediyor.
Doğrusu da budur; eğer araştırmada elimizdeki imkan yalnız bu ise, buradan maddeyi geçip yaratıcıyı arayamayız. Çünkü yaratıcıyı, ne en modern elektronik cihazlarla donatılmış laboratuarlarda bulabiliriz, ne de en modern teleskoplarla gözleyebiliriz. Fakat işin ilginç yanı şu ki; materyalist felsefenin, düşünce ve ölçüsü konusunda pozitif felsefeyle birleşmesine rağmen [25] (yani, düşüncenin yalnız duyuların doğadan bize ulaştırdığı kavramlar olduğunu ve bilgilerimizin doğrusunu yanlışından ayırmada elimizdeki tek ölçünün deney ve gözlem olduğunu ileri sürmesine rağmen), kendilerini materyalist kabul edenlerin, bazen sınırlarını aşarak doğa üstü konular üzerinde de görüş belirttiklerini görüyoruz.[26]
Konunun açık ve kolay kavranılır hale gelmesi için, üzerinde biraz etraflı durmamızın zorunlu olduğu görüşündeyiz. İnsan zihnindeki bilinç iki kısımdır:
a) Tasarım (tasavvur): Herhangi bir hüküm taşımayan bilgi, örneğin, yalnız insan kelimesinin zihinde doğurduğu bilgi,
b) Tasdik: Bir hüküm taşıyan bilgi, örneğin, "Yeryüzü küre şeklindedir" cümlesinin zihinde doğurduğu bilgi.
Felsefe tarihinde bilgi meselesi geniş tartışmalara sahne olmuştur. Özellikle de son zamanlarda bilginin nereden kaynaklandığı, sınırının ne olduğu ve ne kadar güvenilir olduğu felsefenin başlıca konusunu teşkil etmektedir. Bu arada bilginin kaynağının ne olduğu, başka bir deyimle insanoğlunun, kendi akli dünyasını nasıl yarattığı konusunda çeşitli cevaplar verilmiş, farklı teoriler ortaya atılmıştır. Biz ilk önce basit kavramlardan ibaret olan tasarım konusunu ele alacağız. İnsan bilgisinin kaynağı konusunda ortaya atılan teorileri şöyle sıralayabiliriz:
TASARIM
1- Platon'un İdealar Teorisi (İdealizm)
Bu teoriyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Biz gerçi bilgiyi duyular aracılığıyla elde ediyoruz, fakat bu gerçek bilgi değildir. Gerçek bilgiye bu yolla ulaşılmaz. Biz bu yol ile ancak gerçek alemin gölgelerini bilebiliriz, gerçek alemin kendisini değil. Platon'a göre; iki alem vardır. Biri Musül (İdealar) denen gerçek ve sabit alem; diğeri ise, gerçek alemin gölgesi olan şimdi içinde yaşadığımız alem. Biz, bir mağarada arkası ışığa karşı zincirle bağlanmış, hiçbir şey bilmeyen insanlara benzeriz. Nasıl ki, ışığın önünden bir varlık geçtiğinde, o insanlar o varlığın kendisini görmedikleri için, mağaraya yansıyan gölgesini gerçek varlık sanıyorlarsa, biz de gerçek alem olan Musül (İdealar) alemini idrak edemediğimiz için, algıladığımız gölge alemini (bu dünyayı) gerçek sanıyoruz. Halbuki bunlar gerçek değildir, gerçek bilgi Musül (İdealar) bilgisi ve gerçek filozof da bu eşitliği bozarak, Musül (İdealar) aleminin gerçeklerini anlayan filozoftur. Yine, Platon'a göre; ruhumuz bedenimizle birleşmeden önce Musül (İdealar) alemindeyken bütün o gerçekleri biliyordu, dünyaya geldiği sırada onları unuttuysa da, bu dünyada onların gölgelerini gördükçe, o hakikatleri anımsayarak tekrar bilgi ediniyor. [27]
2- Akılcı Görüş (Rasyonalizm)
Bu görüşü de kısaca şöyle özetleyebiliriz: Bilincimiz iki kısımdır: Algılar yoluyla zihinde doğanlar ve zihinde önceden varolan (apirior), yaratılıştan gelen bilinç. Zihin bu ikinci grup düşünceleri hiçbir aracı olmaksızın kendisi doğurmaktadır. Faraza duyularla algıladığımız bilinçlerimiz olmasaydı, yine onlar olacaktı. Yaratıcı düşüncesi de bunlardan biridir. Bu görüşü savunanların başında -aralarında ihtilaf olmakla birlikte-, Descartes ve Kant gelmektedir. [28]
3- Ampirist Görüş (Ampirizm)
Akılcıların, "doğuştan vardır" dedikleri tasarımları inkar eden ampirist görüşe göre, insan zihni yazılmamış bir beyaz kağıt gibidir. Akılcıların görüşlerinin aksine, onda hiçbir şey yoktur. Ondaki tasarımlar, sonradan duyular aracılığıyla dış alemden işlenmiştir. Ampiristlerin başında ünlü İngiliz filozofu John Lock gelmektedir. [29]
Ayrıca; "İnsanların varlıklarını belirleyen onların bilinçleri değil, tersine onların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıktır" [30] ilkesini savunan, başka bir deyimle de; "zihni dünya, gerçek dünyanın yansımasıdır" diyen materyalistler de, ampirizmi takip etmişlerdir. Materyalistler, "her şeyden önce varlık ile düşünce arasında, madde ile ruh arasında belli bir ilişkinin varolduğunu öne sürerler." Onlara göre; "ilk gerçek, ilk şey maddedir ve ruh ise ikinci gerçektir, sonradan gelendir, maddeye bağımlıdır." Şu halde, materyalistlere göre, "dünyayı ve maddeyi yaratan Tanrı, ya da ruh değil, ruhu yaratan dünyadır, maddedir, doğadır. Ruhun kendisi maddenin üstün bir ürününden başka bir şey değildir." Dolayısıyla, "düşünme insana nereden gelir?" diye sorulduğunda materyalistler: "İnsan düşünüyor çünkü onun bir beyni vardır ve düşünme beynin ürünüdür" diye cevap verirler. Onlara göre maddesiz, cisimsiz düşünce olamaz. [31]
4- İntiza Görüşü
Bu görüş de, bilincin zihinde doğuştan varolmadığı görüşünde ampristlerle birleşmesine rağmen, ampirizme de karşı çıkarak, tüm bilincin duyular yoluyla doğmadığını öne sürüyor. Kurucusunun Aristoteles olduğu söylenen ve genellikle İslam filozoflarının da kabul ettikleri ve geliştirdikleri bu görüşe göre; zihnimizdeki kavramlar iki kısımdır:
1-Deney ve gözlem, kısacası duyular yoluyla zihinde oluşan ve tasavvur-i evveliye denen kavramlar. Örneğin; sıcaklık, soğukluk, insan, hayvan ve benzeri kavramlar ki; biz, onları duyularımızla algıladığımız için biliyoruz
2- Zihnin, duyular aracılığıyla elde ettiği kavramlara sahip olduktan sonra, onları temel alarak onlardan türettiği (intiza ettiği), duyular yoluyla algılanamayan felsefede kullanılan tasavvur-i saneviyye dedikleri kavramlar.
İslam filozoflarına göre, ruh mücerret (soyut) olduğundan, [32] onun kendi zatından çeşitli kavramlar doğurması mümkün değildir. Çünkü mücerret olandan çokluk türemez. İslam filozofları, ruhun mücerret olduğunu belirttikten sonra, neden ve sonuç arasında olan sinhiyet (benzerlik) şartına dayanarak, ruhun kendisinden çeşitli kavramları türetmeyeceği ve buradan da ruhun doğuştan herhangi bir kavrama sahip olmadığı sonucuna varırlar. [33]
İslam filozofları devamla, kavramların tümünün duyular yoluyla doğduğunu da kabul etmediklerini kaydederek, insan zihninde oluşan bütün kavramların sadece duyular aracılığıyla insan zihninde oluştuğunu ispatlamak için ancak aşağıdaki delillerin getirilebileceğini, bu delillerin ise, konuyu ispatlamaya kafi olmadığını belirtiyorlar.
İnsan Zihnindeki Kavramların Sadece Duyular Aracılığıyla oluştuğunun Delilleri
a) Zihnimizde insan, ağaç, gül, taş ve benzeri kavramlar gibi, cüz'i şeylere (bireylere) tatbik edilen bir çok genel (külli) kavramlar vardır. Genel kavramlar, zihinde ancak cüz'i kavramın oluşumundan sonra meydana gelebilir. Başka bir deyimle; genel kavramlar, ancak onların bireylerinden bir kaçını hissettikten sonra oluşabilir. Çünkü genel kavramı, cüz'üyle (ferdiyle) hiçbir irtibatı ve bağlantısı olmaksızın anlamamız mümkün olsaydı, genel kavramın nispeti, farz ettiğimiz kendi fertleriyle diğer nesnelere aynı ve eşit olması gerekirdi. Zira bu durumda genel kavram ile cüz'ü arasında hiçbir özel irtibat olmayacaktır. Çünkü; genel kavramın, cüz'üyle hiçbir ilintisi olmadan zihinde oluştuğu farz edilmektedir. Genel kavram ile cüz'ü arasında hiçbir irtibatın olmaması halinde ise, artık onu yalnız o fertlere mahsus kılacak bir neden kalmıyor. Bu durumda o kavram, ya bütün nesneleri ihata edip, hepsine tatbik edilir; ya da hiçbir nesneyi ihata etmeyip, hiçbirine tatbik edilmez ve kavram olmaktan çıkar. [34] Halbuki genel kavramın her zaman yalnızca kendi bireylerini kapsadığını biliyoruz. Örneğin, insan dendiğinde yalnız insan fertleri zihnimize gelir. Bu, genel kavram ile onun cüz'ü arasında asla değişmeyen bir bağlantının oluşunu gösterir ki; o bağlantı, fertlerinin duyu aracılığıyla algılanmasından başka bir şey olamaz.
b) Eğer genel bir kavramın insan zihninde cüz'ü kavramın duyular aracılığıyla oluşmasından daha önce olabileceği üzerinde ısrar edenler olursa, onlara şunu sormalıyız ki; acaba siz genel bir kavramı zihinde canlandırdığınız zaman, onun asıl kaynağı olan cüz'i fertlerini göz önünde bulunduruyor musunuz, yoksa bulundurmuyor musunuz? Eğer cevapları müspet olursa, bizi tasdik etmiş olurlar. Çünkü o fertleri (cüzleri) göz önünde bulundurabilmeleri için daha önce onları algılamaları gerekiyor. Ve eğer, biz asla genel kavramın fertlerini mülahaza etmiyoruz derlerse, o zaman bir kavram değil, kendi başına müstakil olan bir varlık yaratmış olurlar. Çünkü kavram, varlığı zihinde başka bir şeye orantılı olup, bir şeyi gösteren bilince denir. Halbuki bu takdirde, yaratmış oldukları o şeyin varlığı, başka şeyle orantılı olmayan ve bir şeyi göstermeyen kendi başına eseri olan müstakil bir varlık olur.
c) Şimdiye kadar yapılan deneme ve gözlemler şunu ispatlamıştır ki; duyulardan herhangi birisine sahip olmayan insanlar; örneğin, görme veya duyma hissi olmayan insanlar, o duyular aracılığıyla elde edilen cüz'i algılamalardan aciz kaldıkları gibi, o algılara ait olan hayali kavramları da tasavvur etmekten acizdirler. İşte büyük filozof Aristo'nun: "Kim bir duyudan yoksun olursa, ilmi de noksan olur" sözünün anlamı budur. Yani, kim, herhangi bir duyu organından yoksun olursa; o, bu duyu aracılığıyla yapılan algılamalardan yoksun olduğu gibi, bu duyu aracılığıyla elde edilen kavramlardan da yoksun kalır ve onun için bu kavramlar hakiki anlamda bir anlam ifade etmez. Örneğin, anadan doğma âmâ olan insan için renk kavramı bir anlam ifade etmez veya anadan doğma koku alma duyusundan mahrum olan insan için iyi veya kötü koku bir anlam taşımaz. O halde insanoğlu bütün bu bilgileri duyuları aracılığıyla elde etmektedir.
İslam Filozoflarının Cevabı
İslam filozofları bu üç delilin de iddia edilen insan zihninde oluşan bütün kavramların duyular aracılığıyla oluştuğu görüşünü ispat edemeyeceğini ifade ediyorlar. Zira iddia edilen, insan zihninde oluşan bütün kavramların his ve duyu aracılığıyla oluştuğudur. Getirilen bu üç delil de, ancak doğaya ait olan kavramların, duyulardan başka bir yolla meydana gelmediğini ispatlamaktadır, insan zihninde oluşan her kavramın da böyle olduğunu değil. Çünkü yukarıda geçen her üç delilde de incelenilen kavram, doğaya ait olan kavramdır.
Meselâ, birinci delilde fert ile genel kavram arasındaki irtibata dayanılarak genel kavramın ancak ferdin algılanmasından sonra doğabileceği, başka bir tabirle genel kavramın, duyularla yapılan bireyin algılamasından sonra doğduğu sonucuna varılmıştır. Tabiidir ki, duyu ile algılamak ancak doğaya ait şeylerde söz konusu olabilir.
İkinci delilde ise, genel kavram tasavvur edilirken ona ait fertlerin mülahaza edilip edilmediği sorulmuş, mülahaza edildiği takdirde, o kavramın ferdin duyularla algılanmasından sonra zihinde oluştuğu sonucuna varılmış ve fertlerin mülahaza edilmediği taktirde ise, onun artık bir kavram değil, müstakil bir varlık olduğu sonucuna varılmıştı. Bunun da ancak doğada mümkün olabileceğini söylemeye gerek yoktur.
Üçüncü delilin doğaya ait olduğu ise daha açıktır. Çünkü onda söz konusu olan duyular ve bunun doğurduğu kavramlardır. Zira duyuların, ancak doğadan zihinde kavram oluşturabilecekleri tartışma götürmeyen kesin bir konudur. Demek ki, bu deliller ile ancak mahsus (hissedilen) şeylere ait kavramların, başka bir tabirle doğaya ilişkin kavramların duyular yoluyla oluştuğu ispatlanabilir. Ama mutlak kavramların da aynı zorunluluğu taşıdığı, bu delillerden çıkarılamaz. Daha doğrusu yukarıdaki delilerle, ancak doğaya ait olan kavramların duyular yoluyla doğmasının zorunlu olduğunu ispatlayabiliriz. Ama doğaya ait olmayan bir kavramın da aynı zorunluluğu paylaştığını söyleyemeyiz.
Ayrıca, İslam filozofları, bu görüşlerine delil olarak duyular aracılığıyla algılanamayan kavramlardan örnekler de zikrediyorlar. Örneğin, en küçüğünden en büyüğüne, en cahilinden en bilgilisine kadar tüm insanların sahip oldukları, onları araştırmaya yönelten ve bugünkü uygarlığa ulaşmalarını sağlayan nedensellik kavramı bu tür kavramlardan biridir. Biz, bazı olgu ve olayları bir başka olgu ve olaylar için neden, onları da bunlardan meydana gelen birer sonuç ve müsebbep olarak kabul ediyoruz. İşte zihnimizde olan nedensellik diye anlatmaya çalıştığımız bu kavramın zihnimize nereden girdiği, nasıl doğduğu felsefede uzun tartışmalara yol açmış ve ayrı ayrı görüşler ortaya atılmıştır. Hatta bazıları, onu kendi felsefi görüşüne göre açıklamaktan aciz kalınca, böyle bir kanunun varlığını kökten reddederek, hiçbir şeyin, hiçbir şeye neden olmadığını iddia etmiştir.
Ampirizm'in kurucusu John Lock'a göre, bazı şeylerde devamlı olarak aynı değişiklerin tekerrür ettiğini, bazılarının da devamlı olarak o değişikleri doğurduklarını görüyoruz. Buna göre, bu değişikliğe uğrayana müsebbep (sonuç), onları doğurana da illet (neden) ismini veriyoruz.
Yaratmak, doğurmak, yapmak ve değiştirmek kavramları da aynı yoldan doğmuştur. [35]
Böylece Lock nedensellik kanununu evrensel (objektif) kabul ediyor ve onun duyular aracılığıyla zihnimizde doğduğunu ileri sürüyor. Materyalist felsefe de Lock'un izini takip ederek diyor ki: "Bize göre, neden ve sonuç kanunu (nedensellik kanunu) hakiki bir ilkedir. Çünkü gözlem ve deneyler onun doğruluğunu ispatlıyor. Fakat ampristler bu kanunu doğru anlamıyorlar. İki olay arasında olan neden ve sonuç ilişkisini tanımıyorlar. Onlar diyorlar ki, biz yalnız bir olayın diğer bir olaydan sonra meydana geldiğini biliyoruz. Bir defa da meydana gelmeyebilir. Ateş binlerce defa eli yakabilir, ama bir defa da önce elin yanması, daha sonra ateşin meydana gelmesi mümkündür, onlara cevabımız, tarihin bütün dönemlerinde bu kanunun amelen doğru oluşudur. Tarihte onların hayalîni destekleyen hiçbir istisna görülmemiştir. Öyleyse bu kanun doğrudur." [36]
Materyalist Felsefe Sözlüğü'nün 346. sayfasında da şunları okuyoruz: "Materyalizm nedensel ilişkileri bilinçten bağımsız ve bilincin dışında, objeler arasında mevcut ilişkiler olarak ele alır ve nedenselliğin objektif ve evrensel olduğu görüşünü sürdürür."
Ünlü İngiliz filozofu Hume'ye göre ise, "düşünceler ve gerçek duygular birbirlerini çağrıştırırlar. Olay ve varlıkların temel ve tümel ilkesi sayılan "neden" ve "töz" düşünceleri, bu çağrışımın ürünüdür. Çünkü, bilincimiz aldığı işlemleri saklamakla kalmaz, onları adeta kaydeder ve geriye verir, nitekim dış alemde de böyle bir çekim vardır; fakat dış alemdeki nesneleri birleştiren bağı bilemiyorsak düşüncemizi birleştiren bağı da bilemeyiz. Yani, çağrışım bağını da bilemeyiz.
Hume burada acizliğinin farkında olmasına rağmen, bunu gidermeye de çalışmaz. Buna göre peş peşe gelen iki olgudan ikincisi hiçbir zaman birincisinin ürünü değildir. Akıl nedensellik bağını tasdik edebilir mi? Hayır. Çünkü akıl, kendisinden dışarıya çıkamadığı gibi, özdeş olan bir önermenin de üstüne çıkamaz. Deney bakımından akıl sadece falan olgunun falan olgunun yanında olduğunu öğretir. Fakat bu, bizim falan olgunun bir diğerinin ürünü olduğunu ve daima onun sonuncu olacağını düşünmemizi gerektirmez. Biz bir olayın diğer bir olayı takip ettiğini görmeye alışmışız, bunlardan ikincisini daima birinciye bağlı olduğunu hayal ederiz. Duyular bize iki olgu arasında daima bir zamandaşlığın (simuptan) ile, bir ardalanmanın (succession), bir kavuşumun (conjoction) varlığını ilham eder. Bu ise, zorunlu olarak bir bağlantının (connection) varlığına delalet etmez; buna karşı, kendimizi de, organları ruhun iradesine itaat ettirme kuvvetine sahip olduğumuzdan inanmaya mecbur eder, diye itiraz olunabilir. Fakat ruhun beden üzerinde yaptığı etkinin aracılığını bilmediğimiz için, ruhun gerçek bir kuvvet olduğu sonucuna ulaşamayız. Konuyu deneye yükleyecek olursak, şundan başka bir şeyi bilemeyiz: Aynı olaylar sık sık birlikte olabilirler ve ardarda gelebilirler. Zorunlu bir bağlantının, gücün, kuvvetin, nihayet bir nedenin var oluşunu kabul etmek yanlış düşünmek olur. Bu fazla bir tahmin türünden bir bağlantı, düşünsel alışkanlığın ürünüdür. Hiçbir şey "apriori" olarak bir neden düşüncesini ispat etmez "aposteriori" olarak da neden düşüncesi bir alışkanlıktan başka bir şey değildir." [37]
Şunu belirtelim ki, Hume, nedensellik kanunu inkar etmekle haddini aşmamıştır. Çünkü bir kanunu inkar veya kabul etmekle, o kanunu tasavvur etmek ve onun kavramına sahip olmak başka başka şeylerdir. Biri, hüküm taşıyan tasdikle ilgilidir, diğeri ise, yalın kavram olan tasavvur ile ilgilidir. Buradaki sorun, onun benimsenme veya benimsenmemesinde değil, o kavramın kendisindedir; o kavramın nereden ve nasıl doğduğundadır. Onu inkar da etsek, tasdik de, biz o kavrama sahibiz ve onu tasavvur etmekteyiz. Hiç zihnimizde olmayan bir kavramı inkar edebilir miyiz? Hume de inkar ederken, nedensellik kelimesinin karşıladığı kavramdan başka bir şeyi inkar etmemiştir.
Akılcı filozoflar ise bu kavramın zihinde doğuştan (apriori) olduğu görüşündeler.
İslam filozoflarına gelince; onlar, nedensellik kanununu objeler arasında gerçekten var olan bir bağlantı görmekle birlikte, bu kavramın doğuşu konusunda amprist ve akılcıların her ikisini de reddederek, onun ne doğuştan olduğunu, ne de duyular yoluyla doğduğunu ortaya koyuyorlar. Onlara göre; nedensellik kavramı, insan zihninde, zihnin diğer kavramlar üzerinde yaptığı, yukarıda işaret ettiğimiz intiza işlemiyle doğmuştur. Onlar diyorlar ki; biz, duyular aracılığıyla iki olgu veya olayın ancak aynı zamanda veya ardarda meydana geldiğini algılayabiliriz. Ama birinin diğerine etki ettiğini kısacası nedensellik kanunu diye açıkladığımız aradaki sebep ve sonuç ilişkisini algılayamayız.
Onlardan birisi olan ünlü hekim ve filozof İbn-i Sina, "Şifa" adlı eserinin ilahiyat bölümünde metafizik felsefenin konusunun ne olabileceğini, onun mutlak neden olup olmayacağını incelerken şunları yazıyor: "Her ilim ve fennin konusunun var olduğu kesin olmalıdır. Eğer biz felsefenin konusu olarak mutlak nedeni seçmek istersek, onun var olduğunu farz edip kesin kabullenmemiz gerekir. Bu farz ve teslim bizde ancak hiçbir olayın nedensiz varolamayacağını kabul ettiğimiz zaman olabilir. Halbuki, bu meselenin kendisi felsefede halledilmesi gereken konulardan biridir. Eğer bazıları nedensellik ilişkisinin duyular yoluyla anlaşılabileceğini düşünüyorlarsa, bu bir yanılmadır. Çünkü duyular, iki olgunun aynı zamanda ve ardarda oluşundan başka bir şeyi anlatmıyor." [38]
Sonuç:
Nedensellik kavramı duyularla elde edilemez. Çünkü duyular nedensellik diye bir şeyi algılamıyor. O halde insan zihni bu kavrama başka bir yöntemle varmıştır. İşte İslam filozofları bu yöntemin, zihnin kavramlar üzerinde yaptığı intiza işlemi olduğunu belirtmişlerdir. Zorunluluk, imkan, yokluk, imtina ve benzeri bir çok kavram da aynı özelliği taşımaktadır. Bu kavramları da duyular yoluyla algılamamışız. Çünkü bu tür kavramlar, hem dış alemdeki nesnelere, hem de zihindeki düşüncelere tatbik edilmekle birlikte, ne objektif varlıklara ait kavramlar gibi, objektif varlığa işaret eden kavramlardandır, ne de sûrî mantıkta kullanılan cins, fasıl ve tür (nev) kavramları gibi, sübjektif varlıklara işaret eden kavramlardandır.
Bunu biraz daha açalım. Zihnimizdeki kavramların büyük bölümü objektif varlıklara işaret eden kavramlardır. Bu tür kavramların karşılığı objektif alemde bulunmaktadır. Zihin bu kavramları, onların objektif alemdeki karşılığını duyu yoluyla algılayarak kazanmaktadır. Meselâ, insan, taş, ağaç ve benzeri kavramlar bu kabil kavramlardandır. Bu kavramlar objeyi, diş alemi bize gösterir. Bir kısım kavramlar da vardır ki, onların karşılığı sadece zihindedir. Bu kavramlar dış alemi göstermezler. Meselâ, Aristo'nun sûrî mantığında kullanılan, cins, fasıl, tür, cüz'iyyet, külliyet kavramları, bu kavramların karşılığı sadece zihindedir. Yani, zihnimizdeki kavramların bazısına bu mantığa göre, cins, bazısına fasıl, bazısına, tür, bazısına cüz'i ve bazısına da külli kavramlar denir. Demek ki, hem bu kavramların kendileri, hem de gösterdikleri şeyler sadece zihindedir. Dolayısıyla mantıksal anlamda objektif varlıkların hiç birine ne cins, ne fasıl, ne tür, ne cüz'i ne de külli denilmemektedir. Bir kısım kavramlar da vardır ki, bu kavramlar, tatbik açısından yukarıda işaret ettiğimiz her iki kısım kavramlardan da daha geniş olmakla birlikte, bunların karşılığına ne zihinde, ne de objektif alemde rastlamak mümkün değildir. Yani, bu kavramlar, hem dış alemde, hem de zihinde tatbik edilmekle birlikte, karşılıklarını ayrı olarak gösteremeyiz. Felsefede kullanılan, nedensellik, ma'lulluk, zorunluluk, mümkünlük ve muhallik gibi kavramlar, işte bu tür kavramlardandır. Biz onları hem objektif alemde kullanıyor ve meselâ, "falan şeyin varlığı zorunludur, falanınınki de mümkündür, falan da muhaldir ve falan şey neden, falan şey de ma'luldur deriz; hem de zihinde kullanıyor ve meselâ, falan kavram neden, falan kavram da ma'luldur, falan kavram, falan kavrama nispet aralarında zorunluluk bağı vardır, falan kavrama nispet ise aralarında imkan bağı vardır" deriz. Ama bu kavramların ifade ettiği anlamın karşılığını ayrı olarak ne zihinde ne de objektif alemde gösteremeyiz. Kısacası felsefede tasavvur-i saneviyye olarak adlandırılan bütün kavramlar aynı hükmü taşımaktadır.
İşte bu tür kavramların zihinde nasıl oluştuğu bahis konusudur. Bu tür kavramların duyular aracılığıyla zihinde oluştuğunu söyleyemeyiz. Çünkü duyular bu kavramların karşılığını algılayamıyor ki, onların duyular aracılığıyla oluştuğu iddia edilebilsin. Aslında onların karşılığı objektif alemde ayrı olarak mevcut değil ki, duyular onları algılayabilsin. Duyular ancak ayrı olarak objektif varlığa sahip olan şeyleri algılayabilir. Bu kavramların doğuştan da var olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü, hepimiz kendi vicdanımıza müracaat ettiğimizde onların doğuştan zihnimizde olmadığını ve uzun bir müddetten sonra bu tür kavramlara sahip olduğumuzu bilmekteyiz.
Buna göre, her ne kadar akılcıların iddia ettikleri, bir kısım kavramların insan zihninde doğuştan olduğu görüşleri doğru değilse de, ampristlerin iddia ettikleri, insanın bilgi edinme yolunun yalnızca duyularla algılamak olduğu görüşü de doğru değildir. Zira, insan zihninde hiçbir ferdinin his yoluyla algılanma olanağı olmayan kavramlar da bulunmaktadır. Bu tür kavramlar zihinde doğuştan da olmadığına göre, zihin onları intiza yöntemiyle elde ettiği sonucu ortaya çıkar. Tanrı kavramı da bu tür kavramlardandır. O halde deneycilerin beşerin tek bilgi edinme yolu duyu yoluyla algılamaktır, dolayısıyla duyu yoluyla algılanamayan bir kavram üzerinde araştırma yapmak abesle iştigal olur, şeklindeki itirazları yersiz ve dayanaksız bir itirazdır.
TASDİK
Daha önce bilincimizi hüküm taşımayan tasarım (tasavvur) ve hüküm taşıyan tasdik diye ikiye ayırmıştık. Tasarımı kısaca gözden geçirdikten sonra şimdi de tasdike kısaca bir göz atarak, onun felsefede ne gibi incelemelere tabi tutulduğunu görelim.
Filozoflar, tasavvurun doğuşu konusunda ihtilaf etmişlerse de, tasdik üzerinde bu açıdan ihtilaf etmemişlerdir. Tasdik konusundaki ihtilaf, biraz sonra açıklayacağımız tasdikin değeri, niteliği ve sıhhat ölçüsü üzerindedir. Bütün filozoflar, tasdikteki hükmü zihnin uyguladığı kendi işlemiyle doğurduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü o hükmün deney veya gözlem yoluyla elde edilemeyeceği açıktır. Örneğin, "su, yüz derece sıcaklıkta kaynar" cümlesi bir tasdiktir. Burada hissettiğimiz; su yüz derece, sıcak ve kaynamaktır. Ama aradaki bağı algılamıyoruz. Zihin, onları algıladıktan sonra kendi işlemiyle bu cümleyi kurar ve aradaki nispeti (hükmü) tasdik ederek inanır. Zaten nispetin onlardan ayrı vücudu yok ki, onu algılamış olsun. Fakat genellikle felsefe yazarları bu iki konuyu (tasarım ve tasdiki) birbirinden ayırmıyorlar. Bu da büyük yanılmalara yol açıyor. Şimdi felsefi ekollerin tasdik konusundaki görüşlerine bir göz atalım.
1- Akılcı Görüş
Aristoteles'e ait olan ve birçok Avrupalı filozoflarla birlikte, İslam filozoflarınca da benimsenen bu görüşe göre, hükümlü bilincimiz iki kısma ayrılır:
a) Kendisine inanılmasında hiçbir delile ihtiyaç duyulmadan yalnız mevzu ve mahmulün tasavvuru yeterli olduğu bedihi (açık, kesin) bilinç.
Örneğin, bir varlık aynı anda hem var hem de yok olamaz. Her olayın bir sebebi vardır. Bütün, parçasından büyüktür. Bir ikinin yarısıdır. Bu ve buna benzer bilinçler ki, bunlarda yalnız mevzu ile mahmulü kavramak, o hükmü vermek için yeterlidir. Bunlarda artık deney ve gözleme veya başka delillere ihtiyaç yoktur. Meselâ, yalnız varlık ile yokluğu kavramak onların aynı anda bir şeyde bir araya gelemeyeceğine inanmakta yeterlidir.
b) Kabul edilmeleri için mevzu ve mahmulün kavranılmasıyla birlikte, diğer sağlamlaştırıcı delillere de ihtiyaç duyulan nazari (açık olmayan) bilgiler. Örneğin, yerin küre şeklinde oluşu ve yerkürenin, ayın ve diğer gezegenlerin hep birlikte güneşin etrafında döndüğü bilinci. Açıktır ki, sadece yeryüzünü ve güneşi tasavvur etmek, onun küre şeklinde olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü tasdik etmeye yeterli değildir. Bunu bilmek için, gözlemlemek veya başka bir yöntemle delil ikame etmek gerekir.
Ayrıca akılcı filozoflar, birinci kısım bilgilerin, diğer bilgilerin temeli olduğunu; zihnin, bunları esas alarak genelden cüz'e geçme şeklinde, yani temel ve tümel önermelerle sonuç üzerine kurulu olan kıyas yoluyla, yeni nazari bilinç ve sonuçlara ulaşmasının mümkün olduğunu kaydediyorlar. Örneğin, maddenin hadis (sonradan meydana gelen) olup olmadığını anlamak istediğimizde, bu husus bilinen apaçık bir gerçek olmadığından, buna ışık tutabilecek önceki bilgilerimize baş vuracağız. Meselâ, önceki bilgimizde maddenin devamlı hareket halinde olduğu, her hareket edenin de hadis olduğu bilinci bulunuyorsa, zihnimiz hareketi, madde ile hadis olma (sonradan meydana gelme) arasında bir aracı karar verecek ve şöyle diyecektir: Madde hareket halindedir (temel önerme). Her hareket eden de hadistir (tümel önerme). Öyleyse madde hadistir (sonuç).
Akılcı görüşü benimseyen İslam filozofları, bir bilginin doğru olması için, ya o bilginin kendisinin açık olması gerektiğini, ya da sonunda açıklığa kavuşmasının şart olduğunu; kısacası, doğruluk ölçüsünün açık bilinç olduğunu ve bilinçlerin ne kadar açıklığa kavuşurlarsa, o derece değer taşıdıklarını belirtiyorlar. Öyle ki, açık bilinci inkar etmek, deney ve gözlemle ispatlanan bilinç de dahil olmak üzere, insan zihnindeki tüm bilinçleri inkar etmek ve onlara bir değer vermemek anlamına gelir. Sonuçta da safsatacı olmaktan başka bir çıkar yol kalmaz.
Hatta deneyin kendisinin doğruluğu bile, açık bilince dayalıdır. Örneğin, yüz derece sıcaklıkta suyun kaynaması olayında, bu gerçeği milyonlarca defa deney ve gözlemle kanıtlasak bile, aklın kesin olarak inandığı, varlık ile yokluğun (içtima-ün nakızeyn) bir arada bulunmasının mümkün olmadığı hükmünün tersinin mümkün olduğunu, yani bir an için de olsa, bu deney ve gözlemin yanlış olabileceğini, kanıtladığı neticesinin aksinin de mümkün olacağını, suyun buharlaşıp kaynayacağı yerde donabileceğini düşünürsek; kesinlikle suyun her zaman yüz derece sıcaklıkta kaynayacağını söyleyemeyiz, inanamayız. Ancak şöyle diyebiliriz; şimdiki deney ve gözlemimize göre, su yüz derece sıcaklıkta kaynıyor, ama bunun aksi yani, suyun aynı sıcaklıkta donması da mümkündür. Bu ise, deney ve gözleme dayanan bütün bilimlerin önemini yitirmesi ve safsataya düşmek demektir. [39]
Bununla birlikte akılcı filozoflar, bu sözlerinin; deney ve gözlemin ölçek olmadığı ve değerini inkar etmek anlamına gelmediğini, kendilerinin de deneyciler gibi, ona ve onun insanlığa yaptığı büyük hizmetlere saygılı olduklarını belirtiyorlar. Onlar, deney ve gözlemin ölçek olduğunu, fakat madde ve madde ile uğraşan bilimler de dahil olmak üzere, asıl ölçeğin deney ve gözlemin kendisinin bile dayandığı açık bilincin olduğunu vurguluyorlar.
2- Deneyci Görüş
Maddeci ekoller tarafından savunulan bu görüşe göre, bilinçte tek ölçü deneydir. Akılcıların iddia ettiği, deney ve gözleme ihtiyaç duyulmadan sırf mevzu ve mahmulün kavranılmasının sonuca varmakta yeterli olduğu, bilincimiz de yoktur. Bilincimiz deney ve gözleme dayanmakta ve onunla ölçülmektedir.
Akılcıların aksine, genelden cüz'e ve çoğuldan tekile geçiş doğru değildir. "Önce tek tek olaylar olur. Yani, bir mekan ve zamanda (burada) ve (şimdi) olmuş olan olaylar bilgide, yargıda genel geçerlilik derecesine yükseltilir. Tabi onların kıyas dedikleri delil biçimi de doğru değildir. Çünkü o delilde kullanılan her tümel nitelikteki önerme, gerçekte gözlemlerin bir toplamıdır. Bunlardan dolayı tümel önermeleri, çıkış noktası yapan dedektif mantık (akli mantık), induktif (deneyci) bir mantığın varlığını gerekli kılar, onsuz olamaz. İnduktif mantık tek tek gözlemlerden bu temel önermelere nasıl varıldığını gösterir. Salt düşünme deney olmadan bir şey yapamaz. Örneğin, bütün insanlar ölümlüdür. A da bir insandır. Öyleyse A da ölümlüdür gibi, bir önermede, bütün insanların ölümlü olduğunu söyleyen birinci önermeyi yapabilmem için, aslında A'nın da öleceğini kesin olarak bilmem gerektiği apaçıktır. Gerçekte A'nın öleceğini bütün insanların ölümlü olmasından çıkarmış değilim. Tersine tek tek insanların ölümlü oldukları hakkında bir yığın deneyim var. İşte bunlardan bu tek insanın, A'nın da ölümlü olduğu sonucunu çıkarıyorum. Bütün insanların ölümlü olduğunu gerçekten bilseydim sonuç çıkarmaya kalkışmazdım. Çünkü o zaman A'nın ölümlü oluşu da tümel önermenin kapsamı dahilinde olurdu. Buradaki sonuç çıkarma aslında bundan başka bir şey değildir: B ölümlü, C ölümlü vb... A'da elbette ölümlü olacaktır. Demek ki, büyük önermesi otoritece belirlenmiş olan her tasımla (kıyasla) tek bir halden başka bir tek hal sonuç olarak çıkarılmaktadır. Bu inductionun hem de deductionun kendisinin de türettiği sonuç çıkarma formudur. Burada önce induction arkasından da deduction gelir." [40]
Böyle olunca da, deney ve gözlem dışı kalan herhangi bir konu üzerinde araştırma yapmanın doğru olmadığı, zaten yapılsa da bu alanda varılacak herhangi bir sonucun doğruluk ölçeği olmadığından, böyle bir şeye girişmenin yersiz olduğu açıktır. Kısacası deneyci görüşü iki noktada toplayabiliriz.
a) Bedihi (açık, kesin) bilincimiz yoktur. Bilincimiz tümüyle deneye dayanmakta ve onunla ölçülmektedir. Deneyin tasdik ettiği bilincin değeri vardır. Deneyin alanı dışında kalan bilinçler hiçbir değer taşımazlar.
b) Bilincimiz, tekilden çoğula doğru oluşur, daha sonra da yargıda genel geçerlilik kazandırılır. Kıyas (tasım) delili yanlıştır.
Akılcı Filozofların Deneycilere Cevabı
Akılcı filozoflar deneycileri cevaplandırırken, onların yukarıda naklettiğimiz her iki görüşlerini de çürütüyorlar:
a) Deneyciler bedihi (açık) bilincin olmadığını söylüyorlar. Faraza, onların bu iddialarını, -bir bütünün kendi parçasından büyük olduğu türden bilinçlerde- kabul etsek bile, kesinlikle iki nakız (yokluk ve varlık) şeyin aynı anda bir şeyde birleşmesinin imkansız oluşu, tesadüfün imkansız oluşu ve şeyin kendisinden önce olmasının imkansız oluşu gibi bilinçlerimizde yanlıştır. Çünkü bu gibi bilgilerde deney ve gözlem yapılmamıştır, yapılamaz da. Zira bu gibi şeylerin gerçekleşmesi muhaldir. Muhal olan bir şey üzerinde de deney ve gözlem yapılamaz. Deney ve gözlem zatı itibarıyla mümkün olan olaylar üzerinde yapılabilir. Nihayet şu var ki, günlük yaşantımızda bunların oluşuna rastlamamışız, görmemişizdir. Sırf bir şeye rastlamamanın veya görmemenin, o şeyin yokluğuna ve daha ötesi imkansızlığına delil olmayacağı apaçıktır. Çünkü bir şeyi görmemek, onun yokluğuna ve imkansızlığına delil olamaz. Bir şeyin yokluğu ve imkansızlığı ancak kesin delillerle ispatlanabilir.[41]
b)- Deneyciler bilinçte tek doğruluk ölçeğinin deney ve gözlem olduğunu iddia ediyorlar. Acaba onlar deneyin tek doğruluk ölçeği olduğunun doğruluğunu neyle ölçmüşlerdir?
Eğer onun ölçüye ihtiyacı olmayan açık bir hüküm olduğunu söylerlerse, o zaman bizi tasdik etmiş olurlar ki, biz bazı hükümlerin deneyle ölçülmeye ihtiyacı olmadığını, onların açık bilinçler olduğunu söylüyoruz.
Eğer onun kendisini de yani, deneyi de deneyle ölçtüklerini söylerlerse, bundan onların deneyin kendisini denemeden önce doğru olup olmadığını bilmedikleri ve bu nedenle de onu ölçmek zorunda kaldıkları sonucu ortaya çıkar. Deneyi deneyle ölçtükleri takdirde ise, onu henüz doğruluk ölçeği olup olmadığı sabit olmayan bir ölçekle ölçmüş olurlar.
Doğruluğu ispatlanmamış bir ölçeğin kendisine itimat edilemeyeceği gibi, onunla ulaşılan neticelerin de doğru oluşundan emin olunmaz. Öyleyse, deneyle ispatlanan deneyin tek ölçek olduğu hükmüne de güvenilemez, itibar edilmez. Demek ki; açık bilinci inkar etmek bütün bilimleri alt üst ettiği gibi, deneyin kendisini de hükümsüz ve itibarsız kılıyor.
c) Deney ve gözlem daima sınırlıdır. Yani, belirli bir mekan ve zamanda (burada ve şimdi) meydana gelen şeylerde olur. Faraza, akılcıların açık saydıkları hükümlerin deneyle elde edilen hükümler olduğunu kabul etsek, o zaman o hükümleri gözlem ve deney yapılan yerlerle sınırlandırmamız gerekiyor. Onlara genel geçerlilik niteliğini verme hakkımız yoktur. Eğer faraza, yüz yerde iki karşıt şeyin bir şeyde bir araya gelmelerinin imkansızlığının veya iki kere ikinin dört etmesinin zorunluluğunu deneyip gözlemişsek, ancak o yerlerde bu hükümlerin doğru olduğunu iddia edebiliriz. Artık deney ve gözlem yapmadığımız şeyler üzerinde aynı hükmü veremeyiz. Halbuki, hiçbir kimse, bu hükümlerin genel olarak geçerli olduğundan şüphe etmiyor ve her yer ve her zamanda "iki karşıt şeyin aynı anda bir şeyde bir araya gelemez" hükmünü veriyor. Örneğin, hiçbir kimse, "bir insan, aynı zamanda hem ölü, hem de diri olamaz" hükmünden veya her yer ve zamanda iki kere ikinin dört ettiği hükmünden bir şüpheye düşmüyor. Acaba biz bu hükümlere bu genel geçerliği neye dayanarak veriyoruz? Açıktır ki, onların bedihi oluşuna dayanmışızdır.
Akılcılar bununla, aynı zamanda deneycilerin ikinci iddialarını da cevaplandırmış oluyorlar. Deneyciler ikinci bölümde zihnin tekilden çoğula doğru hükme vardığını iddia ediyorlardı. Bunu biz de kabul ediyoruz. Bu tür sonuçlandırmanın ismine biz istikra (gözlemleme) diyoruz. Ama önemli olan nokta şudur: Zihnimiz neye dayanarak tekile dayandırdığı hükmü çoğulda uyguluyor? Bu genel geçerliliğe yükselişin ölçüsü nedir? Acaba her çoğulun bazı tekillerinde sabit olan hükmün o çoğulun tümünde sabit olduğuna inandığından değil mi? Başka bir deyişle, benzer nesnelerin her hükümde benzer olduğunu bildiğinden değil mi? Deneyciler bu metoda inanıyorlar mı? Eğer inanmıyorlarsa, o zaman tekilde deneyip gözledikleri hükmü çoğula uygulamaya hakları yoktur. Çünkü farza göre o çoğuldaki diğer fertlerin (tekillerin) hükümleri ayrı olabilir. Bu, deney ve gözlem yapılmayan herhangi bir nesne hakkında görüş yürütmek gibi olur. Eğer inanıyorlarsa, bunu da deney ve gözlemden elde etmedikleri muhakkaktır. Çünkü tüm benzer nesnelerin aynı hükmü taşıdığını teker teker denememişlerdir. Bunun için, bütün benzer nesnelerin aynı hükmü taşıdığı görüşüne genel geçerlilik vermeye ve böyle bir şey iddia etmeye hakları olmadığı açıktır. Demek ki, tekilden genele yükselişte bile, kesin ve açık olduğu kabul edilen bir takım genel geçerli bilinçlerden yaralanılmaktadır ki, onlar olmasaydı, tekilden çoğula geçiş mümkün olmazdı. Kıyasi istidlale yapılan eleştiriye cevap veren kıyasçılar ise, ayrıca kendilerini şöyle savunuyorlar:
a) Deneycilerin bu itirazı, tümel önermesi tekilden deneyle elde edilmiş olan kıyaslarda doğrudur. Çünkü böyle bir önermede haklı olabilmek için onun tüm tekil fertlerini incelemek gerekiyor. Ama eğer bir önerme, deneye ihtiyacı olmayan açık bilinçten oluşursa, o zaman bu itiraz doğru değildir.
b) Eğer kıyası batıl kabul edersek, matematiksel yolu da geçersiz kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü o da aynı metotla ispatlanıyor. Örneğin, mutlak eşitlik kanunu temel alınarak onun teker teker fertlerinin hükümlerini çıkarıyorlar. Eğer matematikte de "tekilden çoğula geçiliyor" diye iddia edilirse, "Örneğin, a.b.c üçgeninde ispatlanan hüküm daha sonra bütün üçgenlerde geçerli oluyor" denirse, cevabın da deriz ki; hayır, matematiksel neticeler sırf matematiksel delillerin kendisinden çıkarılıyor. O delilin belirli nesnelerde (ör-a.b.c üçgeninde) anlatılması daha kolay anlaşılır bir biçime sokmak içindir. Bunun içindir ki, eğer matematiksel delil herhangi bir nesne göz önüne alınmadan anlaşılırsa hemen kabullenilir. [42]
Sonuç:
1- Zihindeki kavramlar yalnız duyularla doğmamıştır. Fakat doğuştan zihinde var olan kavram da yoktur. Zihin kavramların bir kısmını duyular aracılığıyla elde etmiş, bir kısmını da bu kavramlar üzerinde yaptığı intiza denilen işlem sayesinde elde etmiştir. Elbette intiza işlemi tecrit işleminden farklıdır. Zira tecrit işlemi tekili duyu yoluyla kavranmış olan kavram üzerinde yapılan genelleştirme işlemidir. Biz bir takım kavramların tekilinin bile duyu aracılığıyla algılanamaz olduğunu ispatladık. İşte intiza işlemi bu tür kavramlarda söz konusudur. Bütün tasavvur-i saneviyye denilen kavramlarla dini kavramlar bu yöntemle elde edilmiştir. O halde bilginin tek kaynağının duyular olduğu iddiasıyla dini kavramlar üzerinde araştırma yapmanın doğru olmadığı iddiası mesnetsiz bir iddiadan öteye gitmemektedir.
2- Tasdiklerimizin içinde deneyle elde ettiklerimiz olduğu gibi, açık bilinçlerimiz de vardır. Bilinçte doğruluk ölçeği yalnız deney değildir. Deneyin kendisinin bile doğruluğunun saptanmasında ölçek olan bedihi (açık) bilgidir. Hatta asıl ölçek bedihi bilinçlerdir, deney ve gözlemin ölçek olması da bunların sayesindedir.
O halde ampristlerin savunduğu tek doğruluk ölçeğinin deney ve gözlem olduğu iddiasına dayanarak deney ve gözlem dışı kalan madde üstü varlıklarda araştırma yapmayı yasaklayan görüş doğru değildir. Bizler deney ve gözlem dışı kalan kavramlar üzerinde de akıl yürütme yoluyla araştırma yapabiliriz.
SELEFİYE – HALEFİYE
Buraya kadar yaratıcı ve madde üstü diğer dini kavramlar hakkında araştırma yapmanın doğru olup olmadığı konusunun felsefe dünyasında nasıl gelişmeler gösterdiğini özetlemeye çalıştık. Şimdi de bu konunun din aleminde ne gibi yankılar uyandırdığını kısaca görelim.
Konunun çok fazla uzamaması için tüm dinleri içerecek bir araştırmaya burada yer vermeyeceğiz. Sadece İslam dininde ne gibi yankılara yol açtığına kısaca bir göz atacağız.
İslam dünyasında konu hakkında iki görüş ortaya çıkmıştır:
a) Yaratıcı da dahil olmak üzere, bu gibi konularda Kur'an ve hadislerdeki nassların yorumlanmasında, özellikle de benzetme ve cisimlendirmeyi andıran müteşâbih hadis ve ayetlerde kesinlikle akıl yürütmeyi yasaklayan ve böyle konuların gökten gelme konular olduğunu, bu gibi hadis ve ayetlerin olduğu şekliyle saygıyla ve teslimiyetle benimsenmesi gerektiğini, var güçleriyle savunarak, işi; karşıt görüşlüleri inkarcılıkla itham etmeye kadar götüren ve onların İslam'dan çıktıklarını iddia eden muhafazakâr Selefiyye mezhebi.
b) Selefilerin aksine, yaratıcı meselesi dahil olmak üzere, bu gibi konularda akıl yürütmenin caiz olduğunu ve hatta teşbih (benzetme) ve tecsimi (cisimlendirmeyi) andıran müteşâbih konularda bunun gerekli olduğunu ileri süren Halefiyye mezhebi.
Ehli hadis ve fukaha diye de anılan Selefiyye'nin başta gelen mümtaz simalarından biri Hanbelî mezhebinin kurucusu imam Ahmet bin Hanbel'dir. Onun ısrarlı muhafazakarlığı yüzünden çektiği eziyetler meşhurdur. Onun inancına göre, "Allah'ın arşı suyun üstündedir. O arşın etrafında nurdan, ateşten, karanlıktan ve ancak kendisine malum şeylerden perdeler vardır. Aziz ve Celil Allah'ın arşı vardır, arşın taşıyıcıları (Hamalet-ül Arş) vardır. Allah arşın üstündedir." [43] "Allah Musa (a.s) ile kendi ağzıyla konuşmuş, Tevrat'ı kendi eliyle ona teslim etmiştir. Kur'an Allah'ın sözüdür. Allah'ın sözü mahluk (yaratılmış) değildir. Geçmiş zamanlara ait verdiği haberler de mahluk değildir. Levh-i mahfuzda ve mushaflarda (sahifelerde) bulunan, insanların okudukları, nasıl okunursa okunsun ve nasıl vasıflandırılırsa vasıflandırılsın bunların hepsi Allah'ın sözüdür ve mahluk değildir."[44]
Selefiler'in başta gelen diğer bir savunucusu da Maliki mezhebinin kurucusu imam Malik bin Enes'tir. Onun, istiva ayetini ve Allah'ın arşta nasıl istiva ettiğini soran birisine verdiği cevap şudur: "İstiva açıktır, fakat Allah hakkında keyfiyeti (nasıl olduğu) belli değildir. Buna iman etmek vacip (şart), sormak da bidattir. Seni kötü niyetli biri görüyorum." [45]
Sonra Malik'in o şahsın dışarı çıkarılmasını emrettiği de nakledilmektedir. Bundan sonra da her küstah meraklının Selefiler'den aldıkları cevap bu olmuştur. Delilleri ise, değinmeye bile gerek duymadığımız, mevzuumuzla ilgisi olmayan bazı hadislerle birlikte Al-i İmran Sûresi'nin "Sana kitabı indiren O'dur. Ondaki ayetlerin bir kısmı muhkemdir. Onlar Kitab'ın temelidir. Diğer bir kısmı da müteşâbihtir (yorumlu benzerli). Kalplerinde eğrilik olan kimseler sadece fitne aramak ve ona kendi yorumlarını katmak amacı ile müteşâbihe tabi olurlar. Halbuki onların te'vilini ancak Allah bilmektedir. İlimde maharete erenler ise: "Biz ona inandık hepsi Rabbimiz'in katındandır" derler. Bunları ancak selim akıl sahipleri kavrar" [46] ayetidir. Onlar: "Bu ayette müteşâbih ayetleri te'vile kalkışanlar kınanmaktadır" diyorlar. Dolayısıyla onlara göre, bu gibi konularda akli yöntemlerle te'vile kalkışmak doğru değildir.
Halefiler, Selefiler'e cevaben şöyle diyorlar: Yukarıdaki ayet sizi değil, bizi teyit etmektedir. Zira, bu ayetin son kısmı "Halbuki onların te'vilini ancak Allah bilir" şeklinde değildir. Siz ayete yanlış anlam yüklüyorsunuz. Bu ayetin son bölümü şöyledir: "Halbuki onların te'vilini ancak Allah ve ilimde maharete erenler bilir." Yani, Allah kelimesi durak (vakıf) yeri değildir. Bir sonraki kısım da yani, "ilimde maharete erenler" de ona bağlıdır ve durak yeri ilimde maharete erenler kelimesidir.
Kısacası, siz bu ayette geçen, yukarıda işaret ettiğimiz cümleyi kısadan keserek onu kendinize delil yapmak istiyorsunuz. Oysa, bu doğru değildir ve bu ayette ilimde maharet ehli olana da te'vil hakkı verilmiştir. Dolayısıyla sizin bu istidlaliniz doğru değildir. Yukarıda anlattığımız her iki kıraat şekli de rivayet edilmiştir. [47]
Bununla birlikte ayetin okunuş şekli onların dediği şekilde olsa bile, yine de ayet onların iddialarını ispatlamıyor. Çünkü bu durumda ayette her yorumlayan değil, kötü niyetli olanlar, fitne arayanlar kınanıyor. "Kalbinde eğrilik olan kimseler sırf fitne çıkarmak ve kendi görüşlerine göre yorumlamak amacıyla müteşâbih ayetleri yorumlamaya kalkışırlar" O halde iyi niyetli olup, doğruya ulaşmaktan başka bir niyeti olmayan yorumcu kınanmıyor.
Buna göre bu ayet onları doğrulamıyor. Kötü niyetli yorumculara gelince biz de onları kınıyoruz.
Onlar; "Allah hakkında düşünmek, müteşâbih ayetleri yorumlamak bid'attir" diyorlar.
Eğer onların dedikleri doğru ise, Allah bu ayetleri niçin indirdi? Onlardan amacı bildirmek, anlatmak, eğitmek değildi de neydi? Şaka mı yapıyordu? Yoksa anlaşılmayacak söz söyleme marifeti olduğunu mu kanıtlamak istiyordu? Bu yüce Allah'a yakışır mı hiç?
Gerçek şudur ki, Hak Teala Kur'an'ı nazil ederken, ne şaka yapıyordu, ne de edebiyatçılığını kanıtlamak istiyordu. Allah Teala'nın Kur'an'ı nazil etmekten maksadı, insanların onun üzerinde tedebbür edip hidayet bulmalarıdır. O halde Kur'an'ın tamamı insanların anlamaları içindir. Dolayısıyla, Allah Teala, kendisi hakkında "O'nun misli yoktur..."[48] "En büyük örnek Allah'a aittir. O, sonsuz izzet ve hikmet sahibidir."[49] "Nereye dönseniz Allah sizinledir."[50] "De ki: Her şeyin yaratanı Allah'tır. O, her şeye egemen olandır." [51] "...O, diri ve Kayyum'dur. Hiçbir an esneme ve uyku O'nu tutmaz..."[52] "Allah tektir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, ne doğurmuş, ne de doğrulmuştur. O'nun eşi yoktur."[53] "O, hem evveldir, hem ahırdır, hem batındır, hem zahirdir ve O her şeyi bilir."[54] "Rahman (Allah) Arş'a istiva etmiştir."[55] "En güzel isimler Allah'ındır..." [56] meallerindeki ayetleri ve hikmet gereği, benzeri diğer müteşâbih ayetleri gönderirken, böyle tartışmalara yer vermemek için de, sadece bu ayetlerden değil, bütün ayetleri göndermekten amacının, insanların onları kavramadan geçmemeleri, üzerinde etraflıca düşünüp anlamaları olduğunu da açıklamıştır.
"Biz bu mübarek kitabı sana akıl sahipleri düşünsünler diye indirdik"[57] "Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?" [58] şeklindeki ayetler, Kur'an'ın nüzul sebebinin, insanların onu kavramaları, üzerinde tefekkür ederek hakikatleri keşfetmeleri olduğunu vurgulamıştır. O halde biz Kur'an ayetleri üzerinde düşünemeyiz anlayışı, Kur'an'ın kendisiyle çelişkiye düşmektir.
Her fırsatta Allah'la ilgili ayetlerin ve hadislerin yorumunda akla başvurmaya karşı olduklarını söyleyenlerin kendilerinin bile, sonunda akla başvurmaktan başka bir çıkar yol bulmamaları aklın zorunluluğunu kanıtlamaya yetmez mi? Örneğin, Ahmet bin Hanbel "Nerede olsanız Allah sizinledir"[59] ayetini Allah'ın ilmi diye yorumlamıştır. [60]
Apaçık çürümeye mahkum olan bu inanç, acaba ne kadar devam edebilirdi ki? Zaten öyle de oldu. Halefiler'in dayandıkları sağlam deliller karşısında pek fazla tutunamayan Seleflerin akidesi pek uzun ömürlü olmadı. Onların da nihayet inatlarını bırakıp, Halefiler'in yoluna geldiklerini görmekteyiz. Ama yine de bu görüşün izleri bu asra kadar süregelmiştir. Hemen her zaman az da olsa, çeşitli unvanlarla kendisine taraftar bulan bu inanç, bu asırda da yeni bir renkle ortaya çıkmıştır. Bu asrın Selefiler'i öncekiler gibi Allah hakkında sırf göğe bakmamız gerektiğini söylemiyorlar. Onlar, bu alanda araştırma yapabileceğimizi belirtiyorlar, ama akla değil, deney ve gözleme dayanarak onların ışığında araştırma yapabiliriz diyorlar.
Son zamanlarda Avrupa'da deney ve gözleme dayanılarak tabiat üzerinde yapılan bilimsel araştırmaların sağladığı, akıllara durgunluk veren keşiflerin etkisi altında kalarak yanlışlığa düşen bu gibi insanlara deriz ki; evet, deney ve gözlem evrende olduğu gibi, Allah araştırmasında da bir yere kadar doğru bir araştırma biçimidir. Ancak o, bizi tabiattaki düzene bakarak onun yaratıcısız var olmayacağına götürür. Ama o yaratıcının hangi sıfatlara sahip olduğunu ve Kur'an'da da üzerinde düşünülmesi emredilen, Allah'ın sıfatlarının ne ve nasıl olduğunu bize bildiremez.
Yanlış anlaşılmasın, biz yaratıcıyı her yönüyle kavrayabileceğimizi iddia etmiyoruz. Sınırlı madde nerede, sonsuz Allah'ı kavramak nerede. Fakat ona inanabilmek, ona kulluk edebilmek için hiç olmazsa, genel bir kavramanın gerekli olduğu açıktır. İşte deney ve gözlem bu genel kavramayı bize sağlayamaz. İşte bunun için bu gibi meselelerde aklı kullanmanın zaruri olduğu inancındayız.
[1]- İhlas Sûresi
[2]- Hadid: 1-3
[3]- Haşr: 22-24
[4]- Et-Tevhid: s. 25
[5]- Uyun-u Ahbar-ı Rıza s. 99, Bihar-ül Envar c. 3 s. 10
[6]- Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitaptan naklen s. 40 Georges Politzer
[7]- Aynı kaynak s. 109 ve bkz. Materyalist Felsefe sözlüğü s.110
[8]- Onlara göre, bütün bulutları Tanrı yapıyordu; yağmur, yaratıcının gökteki denizden gönderdiği rahmeti, gök gürültüsü bulutları süren meleklerin sesi, şimşek onun elindeki kamçının ışığı, yıldırım ise onun sinirlenip haykırdığında ağzından çıkan ateş parçası idi.
[9]- Materyalist Felsefe Sözlüğü s. 110
[10]-Naklen Filozoflar Ansiklopedisi c. 3 s. 261
[11]-Tevbe: 35
[12]- Nehc-ül Belağa: 53. ahitname
[13]- Aynı adres
[14]- Nehc-ül Belağa s. 982 Hazret'in Malik'i Eşter'e yazdığı Emirnamesi
[15]- Aynı kaynak
[16]- A'raf: 66
[17]- Bakara: 45
[18]- Lokman: 17
[19]- Bakara: 177
[20]- Ra'd: 22
[21]- Bihar-ül Envar: c. 71 s. 77
[22]- Sigmund Freud, (1856-1939); Avusturyalı meşhur psikolog. Çeşitli eserleri vardır. "Rüya Tabiri", "Cinsel İstek Konusunda Üç Görüş", "Tevahhum ve Tabu" bu eserlerden bazılarıdır.
[23]- Belki de bu görüşü ilk kez ibraz eden, Rumlu şair "Titos Lugeritos" tur. Miladi 99 yılında ölmüştür. O, şiirlerinden birinde şöyle diyor: "Allah'ı ilk yaratan korkudur."
[24]- M. Gökbark Felsefe Tarihi s. 493 ve bkz. C. Sena Filozoflar Ansiklopedisi c.- s. 421
[25]- Bkz. Materyalist Felsefe Sözlüğü s. 124 ve Felsefenin B. İlkeleri s. 56, 205
[26]- F. B. İlkeleri s. 65
[27]- Bkz. M.H.T. Usul-ü Felsefe c. 2 s. 4, Filozoflar Ansiklopedisi c. 2 s. 16 ve O. Hancerlioğlu Felsefe Sözlüğü s. 335
[28]- Bkz. Felsefe Tarihi s. 273, 403
[29]- Bkz. Felsefe Tarihi s. 343
[30]- Felsefenin Başlangıç ilkeleri s. 205
[31]- A. Es. s. 56
[32]- Nefsin soyutluğu felsefe kitaplarında İslam filozoflarınca ele alınmış ve kesin delillerle ispatlanmıştır. Biz, sözün uzamaması için onları nakletmedik. İsteyenler yerinde görebilirler.
[33]- Bkz. M. H. T. Usul-u Felsefe c. 2 s. 25
[34]- Çünkü, o kavramla bireyleri arasında hiçbir ilintinin olmadığı farz edildiğine göre, bütün nesneler ona oranla aynı konuma sahip olur. Bu durumda, ya o kavramın bütün nesnelere şamil olduğunu kabul edeceğiz, ya da hiçbir şeye şamil olmadığını benimseyeceğiz. O kavramın bütün nesnelere şamil olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bu gerçeğe aykırıdır. Her genel kavramın yalnızca kendi bireylerini gösterdiğini ve ancak onlara delalet ettiğini bilmekteyiz. O halde o kavramın bütün nesnelere şamil olduğunu söyleyemeyiz. O kavramın hiçbir nesneye şamil olmadığını ve hiçbir şeyi göstermediğini de söyleyemeyiz. Çünkü ilk önce; bu gerçeğe aykırıdır. Biz, her külli kavramın sadece kendi bireylerini gösterdiğini bilmekteyiz. Sonra; onun hiçbir şeye şamil olmadığını söylememiz, onu kavram ve bilinç olmaktan çıkarmak olur. Çünkü kavram, herhangi bir şeyi gösteren bilince denir. Bu durumda o bilincin, kendi dışında hiçbir şeyi göstermediği farz edilirse, artık onun kendisi bilinç olmaktan çıkar ve varlık aleminde var olan bilinç dışı bir hakikat halini alır.
[35]-M.H.T Usul-u Felsefe c. 2 s. 58
[36]-M.H.T Usul-u Felsefe c. 2 s. 67 naklen Doktor Arani Materyalizm-i Diyalektik s. 23
[37]-Naklen Filozoflar Ansiklopedisi c. 2 s. 472, 473
[38]- M.H.T Usul-u Felsefe c. 2 s. 59 naklen İbn-i Sina Şifa
[39]- Bkz-M.H.T Usul-u Felsefe c. 2 s. 92
[40]- M. Gökbark Felsefe Tarihi
[41]- Bkz. Usul-u Felsefe c. 2 s. 94
[42]- Bkz- M.H.T Usul-i Felsefe c. 2 s. 95, 96
[43]- Bkz. Topaloğlu Allah'ın Varlığı s. 32 naklen İbn-i E.Y. Tabaka H. c.1 s. 24
[44]- A. es. s. 33 naklen İbn-i E.Y. Tebaka H. c. 1 s. 24, 341
[45]- A. es. s.33 Zemmu-t Te'vil s. 26
[46]- Al-i İmran: 7
[47]- Bkz. A. Es. s. 36
[48]- Şûrâ: 11
[49]- Nahl: 60
[50]- Bakara: 115
[51]- Ra'd: 16
[52]- Bakara: 255
[53]- İhlas sûresi
[54]- Hadid: 3
[55]-Tâhâ: 5
[56]- A'raf: 180
[57]- Sâd: 29
[58]- Muhammed: 24
[59]- Hâdid: 4
[60]- Bkz. Allah'ın varlığı s. 38