152
Huseyn'i Kıyamının Sebepleri | |
İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı konusunda incelenmesi gereken meselelerden biri de bu kıyamın mahiyetinin ne olduğudur. Zira tüm doğal yaratık ve olgular gibi, kıyamların da muhtelif mahiyeti vardır. | |
05/05/2008 |
|
Hüseynî Kıyamın Mahiyetiİmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı konusunda incelenmesi gereken meselelerden biri de bu kıyamın mahiyetinin ne olduğudur. Zira tüm doğal yaratık ve olgular gibi, kıyamların da muhtelif mahiyeti vardır. Doğal varlık ve olguların, madenlerden tutun bitkilere ve çeşitli hayvanlara kadar her birinin özel bir tabiiatı ve durumu vardır. İnsanların kıyamları da böyledir. Bir kıyamı tanımak, mahiyetini elde etmek istersek ilk önce bu kıyamı oluşturan illet ve sebepleri tanımalıyız. Onları tanımadıkça bu kıyamın mahiyetini (illet-i failisini) tanımış olmayız. Daha sonra onun illet-i gaiyesini tanımalıyız. Yani bu kıyamın hedefinin ne olduğunu tanımalıyız. İlk önce, o kıyamın bir hedefi var mıdır acaba? Eğer hedefi varsa nelerdir? Üçüncü olarak bu kıyamın unsurlarını ve muhtevasını tanımalıyız, yani acaba bu kıyamda neler yapılmış, hangi işlere baş vurulmuştur? Dördüncü olarak bu yapılan işler toplam olarak ne gibi bir yapı ve oluşumu oluşturdular? İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı hakkında sözkonusu olan meselelerden biri şudur ki, acaba bu kıyam bir patlama türünden midir? Bilinçsiz ve hesapsız olarak yapılan bir hareket midir? İçinde su olan ağzı kapalı bir kazana devamlı ısı verilmesi sonucu kaynayan suyun buhar olması ve nihayet patlaması gibi mi? İnsan bir sözü asla kullanmak istemediği halde bir takım şartlar altında aniden öfkelenerek söyleyebilir. İşte buna patlama denir. Kıyamlardan birçoğu da bir patlamadır. İslam mektebinin yolunun günümüzdeki maddi mekteplerin yoluyla farklı olduğu yerlerden biri, maddi mektepler özel diyalektiksel usullere dayanarak "tezadları çoğaltın", "rahatsızlıkları artırın", diyorlar. "Patlakları derinleştirin", hatta gerçek ıslahatlarla muhalefet edin ki toplumu bilinçli olarak değil de patlama anlamındaki inkılaba sürükleyebilesiniz İslam patlama şeklindeki inkılabı hiç benimsemiyor. İslami inkılap dört dörtlük bilinçli, kararlı, tamamen aydın ve seçim yoluyla olan bir inkılaptır. Acaba İmam Hüseyin'in (a.s) inkılabı patlama şeklinde bir inkılap olup ve toplumsal bir patlama mı idi? Bilinçsiz yapılan bir inkılap mıydı? Acaba Muaviye'nin zamanında ve hatta Muaviye'den önceki zamanlarda halka ve İmam'ın ailesine yapılan aşırı baskıların sonucunda Yezid'in zamanı gelince İmam'ın sabrı taşarak ne olursa olsun diyerek mi kıyam etti!? Neuzûbillah. Muaviye'nin ölümünden sonra başlayan İmam Hüseyin`in (a.s) sözleri, İmam'la Muaviye'nin arasında gidip gelen mektuplar, muhtelif durumlarda irade ettiği konuşmalar, mesela Tuhaf-ul Ukul adlı eserde genişçe yeralan Mina'da Peygamber'in (s.a.a) sahabesine hitaben yaptığı mükemmel konuşması bu kıyamın son derece bilinçli olarak yapıldığını ve bu hareketin bir patlama değil bilakis inkılap olduğunu, inkılap ama İslami bir inkılap olduğunu göstermektedir. İmam Hüseyin'in (a.s) özelliklerinden biri de ashabından hiç birine onların katılımlarının patlama şeklini almasına müsade etmemesidir. Niçin İmam Hüseyin (a.s) her fırsatta ashabını bir bahaneyle kendisinden uzaklaştırmak istiyor? Devamlı, bilin ki, burada ne su var ve ne de ekmek; tehlikedeyiz diyor. Hatta Tasu'a (Muharrem ayının dokuzuncu) günü akşamleyin yani şehadetlerinden bir gün önce onlarla özel bir dille konuşuyor: "Ben, kendi ashabımdan daha üstün bir ashab, kendi ehl-i beytimden daha faziletli bir ehl-i beyt tanımıyorum. Sizlerin hepinize teşekkür ediyorum. Hepinizden memnunum. Bunların (düşmanın) benden başka hiç kimseyle bir davası yok. Siz isterseniz gidin. Onlar sizin kendinizi bu savaştan kenara çektiğinizi bilirlerse hiçbirinize dokunmazlar. Benim ehl-i beytim bu sahrada kimseyi tanımazlar, bölgeyi bilmezler Herbiriniz ehl-i beytimden birisiyle çıksın gitsin ve ben burada yalnız kalacağım." Niçin? Halkın rahatsızlığından ve hoşnutsuzluğundan yararlanmak isteyen bir rehber böyle yapar mı hiç?! Elbette ki hayır; bilakis hep şer`i tekliften bahseder. Tabii ki şerî teklif de vardı ve İmam Hüseyin (a.s) şerî teklifi de söylemekten gaflet etmedi; ancak o şerî teklifi son derece bilinçli ve serbest olarak yapmalarını istiyordu. Demek istiyordu ki, düşman sizi muhasara etmemiştir, düşman tarafından zorunlu değilsiniz. Gecenin karanlığından yararlanarak gidecek olursanız kimse engel olmaz size. Dostunuz (ben) da sizi mecbur etmiyor(um). Ben bey'atımı sizin üzerinizden aldım. Bey'at konusunun üzerinize bir sorumluluk ve zorunluluk getirdiğini sanıyorsanız işte bey'atımı da sizin üzerinizden kaldırdım. Yani sadece serbestlik ve seçme. Son derece bilinçli ve serbest olarak ve düşman veya dost tarafından en küçük bir zorunluluk hissetmeden beni seçmelisiniz. İslam ordusunun komutanı Tarık b. Ziyad, İspanya savaşında, İspanya kıyılarına inince hemen kendilerine yirmi dört saat yetecek kadar azık saklayıp geriye kalanını gemilerle birlikte yakmalarını emretti. Daha sonra askerlerini ve kumandanlarını toplayarak engin denize işaret edip ey halk, dedi. Karşınızda düşman ve arkanızda da deniz vardır. Kaçmak isterseniz denizde boğulmaktan başka bir kaçış yolunuz yoktur; gemileriniz yok artık. -tembellik ve gevşeklik edecek olursanız- yirmi dört saatten fazla yemeğiniz de yok. Ondan sonra öleceksiniz. Dolaysıyla kurtuluşunuz, düşmana saldırarak onları yok etmeğe bağlıdır. Yemeğiniz düşmanın elindedir. Bundan başka yolunuz yoktur. Böylece o onlar için zorunluluk oluşturdu. Bu asker kanının son damlasına kadar savaşmayıp da ne etsin?! Ama İmam Hüseyin (a.s) böyle yapmadı. İşte Kerbela şehidlerine değer verilmesi de bunun içindir. İmam Hüseyin (a.s) Tarık b. Ziyad'ın aksine davrandı ashabına. Düşman buradadır; bu taraftan da gitseniz öldürüleceksiniz, o taraftan da gitseniz, dolaysıyla çaresi yok, iş işten geçmiştir. Eninde sonunda siz de öldürüleceğinize göre gelin benimle birlikte öldürülün, demedi. Öyle bir şehadetin bir değeri yoktur. Bir politikacı böyle davranır. Bilakis İmam Hüseyin (a.s) buyurdu ki, ne deniz arkanızda var ve ne de düşman karşınızda. Ne dost engel oluyor ve ne de düşman. Hangisini isterseniz seçin, serbestsiniz. O halde İmam Hüseyin'in (a.s) inkılabı, birinci derecede hem kendi tarafından ve hem de ehl-i beyti ve ashabı tarafından bilinçli bir inkılap olup bir patlama değildir. Bilinçli bir inkılabın muhtelif mahiyetleri olabilir. İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamında rol oynayan çok muhtelif etkenler vardır. Bu etkenler İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamının geniş mahiyetli bir kıyam olmasına sebep olmuşlardır. Toplumsal olaylarla tabii olaylar arasında olan farklardan biri de tabii şeylerin sadece bir tek mahiyeti olmasıdır. Bir metal, bir anda hem altın ve hem de bakır mahiyetine sahip olamaz. Ancak toplumsal olaylar bir anda bir kaç mahiyete sahip olabilirler. İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı da muhtelif mahiyeti olan olaylar türündendir, zira onda muhtelif etkenler rol oynamıştır. Örneğin bir kıyamın tepki mahiyeti olabilir, yani sırf tepkiden başka bir şey olmayabilir. Bir kıyamın tepki mahiyeti olursa bir olay karşısında olumsuz bir tepki olabilir ve yine başka bir olay karşısında o kıyamın tepkisi olumlu bir tepki olabilir. Bütün bunlar İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamında mevcuttur. böylece bu kıyam birkaç mahiyetli bir kıyam olmuştur. Acaba nasıl? Bir açıdan (zaman açısından) ilk etken bey'at istenmesidir: İmam Hüseyin (a.s) Medine'de idi. Muaviye ölmeden önce Yezid'in veliyy-i ahtlığını kesinleştirmek maksadıyla Medine'ye gelerek İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at almak istedi, ama orada muvaffak olamadı. Muaviye'nin ölümünden sonra Yezid bey'at almak istedi. Bey'at etmek sadece Yezid'in şahsının hilafetini imzalamak ve onu resmiyete tanımak olmayıp bilakis Muaviye'nin temelini attığı, önceki halifenin sonraki halifeyi seçmesi anlamındaydı; sonraki halifenin ölmesi ve ondan sonra halk, onun yerine geçecek olan kimseyi seçmesi veya eğer şii ise Resulullah'tan (s.a.a) gelen nassa amel etmek demek değildi. Bilakis, ne Ehl-i Sünnet'in ve ne de Şia'nın söylemediği bir şeydi. Bir halifenin diğer bir halifeyi, kendi oğlunu müslümanların veliyy-i ahdı olarak tanıtması'ydı. Dolaysıyla, bu bey'at sadece Yezid gibi alçak bir kişinin hilafetini resmiyete tanımak değildi; bilakis, ilk olarak Muaviye'nin temelini atmak istediği bir adetti. Burada, onlar İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at istiyorlar; yani onların tarafından bir istek belirtilmiştir. İmam Hüseyin (a.s) olumsuz tepki gösteriyor' ''Bey'at mı istiyorsunuz? Etmem.'' Burada İmam Hüseyin'in (a.s) tepkisi olumsuz bir tepkidir, takva türündendir. Her insan kendi toplumunda, şehvet, makam ve korku gibi çeşitli hallerde belirtilen isteklerle karşılaşır ki, onların karşısında hayır demelidir, yani takvalı olmalıdır. Onlar bey'at et diyorlar, İmam Hüseyin (a.s) hayır, diyor; tehdid ediyorlar, İmam (a.s) öldürülmeye hazırım ama bey'at etmeye hazır değilim, diyor. Buraya kadar, bu kıyam, meşru olmayan bir isteğin karşısında gösterilen olumsuz bir tepki mahiyetine sahiptir. Başka bir deyişle mahiyeti, takva mahiyetidir; La ilahe illellah'ın birinci bölümünün yani La ilahe'nin mahiyetidir; meşru olmayan istek karşısında "hayır" (takva) demiştir . Fakat Hüseyni kıyamda etkili olan tek etken bu değildi. Hüseynî kıyamın tepkisel mahiyetinin ikici yönü ise, "olumlu tepki" olarak adlandırdığımız yönüdür. Tepki, fakat olumlu tepki mahiyeti olduğu diğer bir etken de vardır. Muaviye öldükten sonra, bu vakıadan yirmi yıl önce, en azından beş yıl kadar Hz. Ali (a.s) gibi birinin aralarında yaşadığı ve henüz Hz. Ali'nin (a.s) talim ve terbiyesinin etkisi içlerinden tamamen yok olmayan Kufe halkı (elbette bu şehri, Hz. Ali'nin (a.s) fikir ve düşüncesinden, Ali'nin lehine olan duygulardan temizlemek için o hazretin talim ve terbiyesini ortadan kaldırmak için yoğun bir çalışma yapılmıştı. Örneğin Hucr b. Adiy'leri, Amr b. Hamik-i Huzaî'leri, Ruşeyd-i Heceri'leri ve Meysem-i Temmar'ları ortadan kaldırmışlardı.) kendilerine geldiler, fırsattan yararlanmak, fırsatın Yezid. b. Muaviye'nin eline geçmemesi için toplandılar; bizim Hüseyin b. Ali (a.s) gibi bir öncümüz var. Hak imamımız odur. Şimdi hazırlanmalı ve o hazreti Kufe'ye davet etmeliyiz. Ona yardım etmeliyiz; en azından ilk önce burada bir kutup oluşturmalı ve sonra da hilafeti İslami bir hilafet yapmalıyız" dediler. Kufe esasen askerî merkez idi. İlk baştan da karargâh olarak kurulmuştu. Daha önce adı "Hire" olan bu şehiri ikinci halife Ömer b. Hattab'ın zamanında Sa'd b. Vakkas kurmuştu. Müslüman askerler, yani o ordu, orada kendileri için evler yaptılar; dolayısıyla dünyanın en güçlü şehriydi. Bu şehrin ahalisi İmam Hüseyin'i (a.s) davet ettiler. Bir değil, iki değil, bin değil, beş bin, on bin değil, on sekiz bine yakın mektup yazılmıştı. Bazı mektupları bir kaç kişi, bazılarını da hemen hemen yüz kişi imzalamış ve toplam olarak yaklaşık yüz bin kişi İmam Hüseyin'e (a.s) mektup yazmıştı. Burada İmam Hüseyin'in (a.s) tepkisi neydi? Hüccet ona tamamlanmıştı. Tepkisi olumlu olmalı, hareketinin mahiyeti yardımlaşmak olmalıydı. Yani müslümanlardan bir grubu kıyam etmişti, İmam Hüseyin de (a.s) onların yardımına koşmalıydı. Burada İmam'ın tepkisinin mahiyeti olumsuz ve takva değildi, bilakis olumluydu. Başkası tarafından bir iş başlatılmıştı ve İmam Hüseyin (a.s) buna olumlu bir cevap vermeliydi. Yezid'e bey'at konusunda İmam Hüseyin (a.s) sadece "hayır" demeli, kendini temiz tutmalı ve bulaştırmamalıydı. Dolaysıyla eğer İmam Hüseyin (a.s), İbn-i Abbas'ın önerisini kabul edecek olur da Yezid'in askerlerinin kendisine ulaşmaması için, Yemen dağlarına sığınacak olsaydı birinci vazifesini yerine getirmiş olacaktı. Zira kendisinden bey'at etmesi istenmiş ve o da bey'at etmek istemiyordu. Onlar "bey'at et" diyorlardı ve İmam Hüseyin (a.s) de "hayır" diyordu. İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at talebine karşı takva duygusu açısından, olumsuz cevap vermesi gerekirdi. Bu vazife İbn-i Abbas'ın ve diğerlerinin önerisi olan Yemen dağlarına sığınmakla da yerine getirilebilirdi. Fakat Hz. Hüseyin (a.s) böyle yapacak olsaydı diğer bir vazife yerine getirilmemiş olurdu; çünkü burada Kufe halkının davet meselesi sözkonusudur. Yeni bir vazife vardı. Müslümanlar yaklaşık on sekiz bin mektupta, yüz bin civarında imza vermişlerdi ve burada hücceti tamamlamak sözkonusuydu. İmam Hüseyin (a.s), hareketinin ilk başından Kufe halkının istikamet ve direniş göstermeyeceklerini biliyordu; çünkü gevşek ve korkutulmuş bir halk idi Kufe halkı. Ama ortada bir davet vardı ve bu davet karşısında olumlu tepki gösterilmeseydi tarihe ne cevap verilebilirdi? Eğer İmam Hüseyin (a.s) Kufe halkının davetini önemsememiş olsaydı, kesinlikle bugün bizler, "Niçin İmam Hüseyin (a.s) Kufe halkına olumlu cevap vermedi?" derdik. Abbasoğulları zamanında kendisine Âl-i Mumammed'in veziri denilen "Ebu Seleme-i Hallal" Abbasî halifesiyle arası açılınca hemen, biri İmam Cafer-i Sadık'a (a.s) ve diğeri Abdullah-i Mahz'a olmak üzere iki mektup yazıp, her ikisini de davet ederek "Ben ve Eba Müslim şimdiye kadar bunlar için çalışıyorduk. Ama şimdiden itibaren sizin için çalışmak istiyoruz. Gelin bize destek olun. Biz bunları ortadan kaldıracağız." dedi. Birincisi bu adamın iki kişiye mektup yazması, niyetinin halis olmadığını gösteriyor. İkincisi Abbasi halifesiyle arası açıldıktan sonra bu mektubu yazmıştı. Mektup İmam Cafer-i Sadık'a (a.s) ulaşınca İmam (a.s), mektubu okuduktan sonra onu getirenin gözleri önünde ateşe tutarak yaktı. Mektubu getiren "Mektuba cevabınız nedir?" diye sorunca İmam (a.s), "Mektubun cevabı budur" buyurdu ve o adam henüz geri dönmeden Ebu Seleme'yi öldürdüler. Bununla birlikte hâlâ bazıları "Niçin İmam Cafer Sadık (a.s), Ebu Seleme-i Hallal'ın davetini reddetti, neden olumlu cevap vermedi?" diyorlar. Oysaki Ebu Seleme-i Hallal, bir tek kişiydi ve iyi niyetli de değildi. Ayrıca iş işten geçtikten sonra mektup yazmıştı ve Abbasî halifesi de onun artık kendisine sadık olmadığını anlamış ve dolayısıyla bir kaç gün sonra da öldürtmüştü. Eğer Kufe halkının on sekiz bin mektubu Medine ve Mekke'de (özellikle Mekke'de) İmam Hüseyin'e (a.s) ulaştığı halde, İmam (a.s) onlara olumlu cevap vermemiş olsaydı tarih, "Eğer İmam Hüseyin (a.s), Kufe'ye gitmiş olsaydı, Yezid ve taraftarlarının kökünü kazımış ve onları ortadan kaldırmış olurdu; Kufe müslümanların karargahıydı, ahalisi cesurdu. Kufe'de beş yıl Hz. Ali (a.s) yaşamıştı. Henüz Hz. Ali'nin (a.s) talimatı, büyüttüğü yetimler ve geçimlerini sağladığı kimsesiz insanlar hayatta idiler. Henüz Ali'nin sesi bu şehrin halkının kulaklarında çınlıyordu. İmam Hüseyin (a.s) korktuğu için mi o şehre gitmedi? Kufe'ye gidecek olsaydı İslam dünyasında inkılab olurdu" diye sorgulayabilirdi İmam Hüseyin'i (a.s). Dolayısıyla burada, sırf onların "biz kıyama hazırız" demeleri karşısında şer'i mükellefiyet, İmam Hüseyin'in (a.s) ben de hazırım demesini gerektiriyordu. Bu açıdan İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi nedir? Kufe halkı beni davet etti; Kufe'ye gidiyorum. (Veya) Kufe halkı, Müslim'e ettikleri bey'atlarını görmezlikten geldiler, ben geri dönüyorum, eski yerime dönüyorum. Medine'ye veya başka bir yere gidiyorum; orada istedikleri işi yapsınlar. Yani bir davet karşısında olumlu bir tepki olan bu etken açısından İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi, davet eden kişiler davetlerinde sadık oldukları müddetçe onlara olumlu cevap vermekti. Davet edenler sözlerinden cayınca artık o açıdan İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi de yoktu. Bu iki etkenden hangisi diğerinden önceydi? Acaba önce İmam Hüseyin (a.s) bey'attan sakındı ve bey'attan sakındığı için mi Kufe halkı onu davet etti ve o dönemin ulaşım hususundaki şartlarına göre İmam Hüseyin'in (a.s) bey'at etmekten sakınışından bir aydan fazla geçtikten sonra mı Kufe halkının daveti ulaştı İmam Hüseyin'e (a.s)? Yoksa ilk önce Kufe halkı İmam Hüseyin'i (a.s) davet etti de, İmam (a.s) da Kufe halkının kendisini davet ettiğini görünce onlara olumlu cevap vermesi gerektiğini mi düşündü? Bu ikisinden hangisi önceydi? Tarihe göre tabii ki birincisi; niçin mi? Çünkü Muaviye öldükten hemen sonra İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at istendi; hatta Muaviye ölmeden önce Medine'ye gelerek hile ile İmam Hüseyin'den (a.s) ve diğer bir kaç kişiden kendi hayatında Yezid için bey'at almak istiyordu, fakat onlar hiçbir şart altında kabul etmediler. Böylece bey'at istenmesi ve ondan sakınılması, zaman açısından daha önce vuku bulmuştu. Muaviye öldükten sonra Yezid'in kendisi, Muaviye'nin ölümü haberini bildirmek için hızlı bir deveyle Medine'ye gönderdiği haberciyle birlikte bir mektup gönderdi. Haberci bir kaç gün içerisinde kendisini Medine'ye ulaştırarak Muaviye'nin ölüm haberini ve Yezid'in gönderdiği mektubu verdi. O mektubta, ne pahasına olursa olsun Hüseyin b. Ali'den ve diğer bir kaç kişiden bey'at alınması isteniyordu. O zaman, belki de henüz Muaviye'nin ölüm haberi Kufe'ye ulaşmamıştı. Ayrıca tarih de İmam Hüseyin'den (a.s) bey'at istendiğini ve İmam'ın (a.s) kaçındığını ve bey'at etmeye hazır olmadığını bildiriyor. İki üç gün böyle geçti; sık sık geliyor bazen tatlı dille ve bazen de sert bir şekilde bey'at istiyorlardı. Nihayet İmam (a.s) Receb ayının yirmi yedisinde Medine'yi terkederek Mekke'ye doğru hareket etti ve Şaban ayının üçünde Mekke'ye ulaştı. Kufe halkının daveti, Ramazan ayının on beşinde İmam Hüseyin'e (a.s) ulaştı; yani kırk günden fazla Mekke'de kalıp, kendisinden bey'at istenmesinden ve İmam'ın (a.s) bey'atı reddetmesinden tam bir buçuk ay geçtikten sonra Kufe'ye davet edildi. Dolayısıyla meseleyi, "ilk önce Kufe halkı davet etti ve sonra İmam'ın (a.s) onlara olumlu cevap verdi ve olumlu cevap verip onların tarafından hilafete aday olduğu için de artık bey'atın anlamı yoktu", şeklinde değerlendirilmesi doğru değildir. Yani Kufeliler'e olumlu cevap verdiği için bey'at etmedi söyleyemeyiz. Zira daha Kufeli'lerin daveti sözkonusu bile değilken bey'atı reddeti ve "bütün dünyada benim için bir sığınacak ve barınacak yer olmasa bile bey'at etmeyeceğim." buyurdu. Yani eğer yeryüzünün bütün noktalarını üzerime kapasalar ve yaşayabilmem için bir nokta bile kalmasa yine de Yezid'e bey'at etmeyeceğim. Tarihin açıkladığı diğer bir etken de "marufu emretme münkeri nehyetmek" (iyiyi emretmek ve kötüden nehyetmek) ilkesidir. İmam Hüseyin (a.s) Medine'den hareket ettiği ilk günde bu şiar ile hareket ettiğini ilan etti. Bu da başlı başına bir etkendi, eğer bey'at da istemeselerdi İmam Hüseyin (a.s) marufu emretme ve münkeri nehyetme vazifesinin hükmüyle kıyam etmesi gerekiyordu. Yine, Kufe ahalisi İmam'ı (a.s) davet ettikleri için kıyam etmiyordu İmam. Zira Kufe halkının davet etmesine hemen hemen daha iki ay vardı; ilk günlerdi ve Kufe halkının davetiyle hiç ilişkisi yoktu. İslam dünyasını münkirat kapsamıştı; İmam (a.s) da dini vazifesi gereğince, şeri ve ilahi sorumluluğu gereğince kıyam ediyordu: Birinci etkende İmam Hüseyin (a.s) müdafa konumundadır. Ona "bey'at et" diyorlar. İmam da "etmem" diyor ve kendisini müdafa ediyor. İkinci etkende İmam Hüseyin (a.s) yardımcıdır. Kendisini yardımlaşmaya davet etmişler ve o da olumlu cevap vermiştir. Üçüncü etkende İmam Hüseyin (a.s) düşmana karşı harekete geçiyor. Bu açıdan İmam Hüseyin (a.s) bir inkılap rehberidir; inkılap etmek istiyor. Bu etkenlerden her biri özel yükümlülükler getiriyordu. Bu kıyamın çeşitli mahiyetleri vardır, söylüyorsak işte bunun içindir. Bey'at etkeni açısından İmam Hüseyin'in (a.s) bey'at etmemekten başka bir vazifesi yoktu. İbn-i Abbas'ın önerisini dinler de, düşmanın ulaşamayacağı bir bölgeye gitseydi bu vazifesine amel etmiş olurdu. Bu vazifeyi yapmak açısından İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi, başka birini de kendisiyle yardımlaşmaya davet etmek değildi; benden bey'at istediler, ben bey'at etmem; şerefimi lekelemek istediler, ben de redettim. Kufe halkının daveti olan ikinci etken açısından, İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi onlara olumlu cevap vermekti, zira hüccet tamamlanmıştı. Birisi kalkıp da, "Tarih karşısında hücceti tamamlama nasıl tasavvur edilebilir? O halde imamet meselesi ne olacak?" diyebilir. Hayır, imamet meselesi imamın artık teklif ve vazifesi olmaması, hücceti tamamlamanın onun hakkında bir anlamı olmaması anlamında değildir. Hz. Ali (a.s) Şıkşıkiyye hutbesinde şöyle buyuruyor: "Bilin ki, andolsun bu topluluk bey'at için toplanmasaydı, Allah'ın, zalimin zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahdi olmasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atardım... Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyanızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence."(1) İmam Hüseyin (a.s) de böyleydi. Esasen İmam, örnek ve önderdir. Biz İmam'ın amelinden, vazifeleri nasıl teşhis edeceğimizi ve nasıl amel edeceğimizi anlayabiliriz. Kufe halkının daveti etkeni açısından, onlar sözlerinde durdukları müddetçe İmam Hüseyin'in (a.s) vazifesi Kufe'ye gitmekti. Ama onlar sözlerinden döndükten sonra İmam Hüseyin'in (a.s) bu açıdan bir vazifesi kalmıyordu. Hükumeti ele geçirmek çabasından onlar vazgeçince, İmam Hüseyin'in (a.s) de artık bir vazifesi kalmazdı. Fakat İmam Hüseyin'in (a.s) işi sadece bununla sınırlı değildi. Kufe halkının daveti geçici bir etkendi, yani Ramazan ayının on beşinden itibaren başlamış olan bir etkendi; devamlı mektuplar gidip geliyordu ve bu durum, İmam Hüseyin'in (a.s) Kufe yakınlarına, yani Irak ve Arabistan'ın sınırlarına ulaşıncaya kadar devam etti. Sonra Hürr b. Yezid-i Riyahi ile karşılaşınca Kufe'de olup bitenlerden, özellikle Müslim b. Akil'in öldürüldüğünü haber alınca artık Kufe halkının davetine olumlu cevap vermek mesuliyeti etkisiz oldu ve bu açıdan İmam'ın bir vazifesi kalmadı. Dolayısıyla İmam Kufe halkıyla konuşunca, ve muhatabı Yezid ve zamanın hükumeti olmayıp Kufe halkı olunca, o gevşek şiilere buyuruyor ki: "Siz beni davet ettiniz, sizin davetiniz üzerime vazife getirdi; fakat şimdi pişman olduğunuza göre ben dönüyorum artık." Bu, artık bey'at da edeceğim anlamına gelir mi? Asla, hayır. O, başka bir konudur. Bu konuda kendisi de buyuruyor ki: "Bütün yeryüzünde bana yer verecek, sığınacağım bir tek yer dahi olmasa yine de bey'at etmeyeceğim." İmam Hüseyin'in (a.s) müdafa edici ve yardımcı olmayıp bilakis kıyamcı olduğu marufu emretme ve münkeri nehyetme etkeni açısından nasıl acaba? Hayır, onun hesabı ayrı. Bazıları Kufe halkının daveti etkenine haddinden fazla önem vermiş ve onu temel etken saymışlardır. Halbuki bu yanlış bir sanıdır; zira bu etkenlerin arasında etki açısından en küçüğü Kufe halkının davetidir. Aksi takdirde eğer asıl etken Kufe halkının daveti olsaydı, Kufe ortamının müsaid olmadığı haberi İmam Hüseyin'e (a.s) ulaşınca İmam, pekiyi, durum böyle olduğuna göre bey'at edelim; artık marufu emretme ve münkeri nehyetmeden de bahsetmeyelim demeliydi. Halbuki tam aksine, İmam Hüseyin'in (a.s) en ateşli, en heycanlı ve en tahrik edici hutbesi Kufe'nin ortamının bozulmasından sonradır. İşte burada, İmam Hüseyin'in (a.s) marufu emretme ve münkeri nehyetme etkenine ne kadar dayalı olduğu, bu bozuk devlet ve düzene saldıranın kendisi olduğu açıklığa kavuşuyor. Bu etken açısından, İmam Hüseyin (a.s) zamanın hükumetine hücum eden inkılapçı bir şahıstır. Yol arasında gözü Kufe tarafından gelen iki kişiye takıldı, onlarla konuşmak için durdu. Onlar kendisinin İmam Hüseyin (a.s) olduğunu anlayınca yollarını değiştirdiler. İmam da onların konuşmak istemediklerini anlayarak yoluna devam etti. Daha sonra geride kalan ashabından biri yolda onları görünce onlarla konuştu. Onlar Müslim'in ve Hâni'nin şehadeti gibi Kufe'de olup biten acı olayları kendisine anlattılar ve dediler ki: "Vallahi biz bu haberi İmam Hüseyin'e (a.s) vermeye utandık." O adam kendisini İmam'a (a.s) ulaştırarak İmam'ın (a.s) bulunduğu çadıra girdi ve dedi ki: "Sizin için önemli haberlerim var; nasıl isterseniz öyle söyleyeyim; eğer burada arzetmemi isterseniz burada arzederim ve eğer bu haberi size hususi olarak arzetmemi istiyorsanız hususi olarak arzedeyim." Bunun üzerine İmam (a.s) "söyle", buyurdu. "Benim ashabımdan gizleyecek bir şeyim yok. Hepimiz biriz." Adam dedi ki: "Dün görüp konuşmak istediğiniz, sizi tanıyınca da yollarını değiştiren iki kişiyle konuştum; onlar olup bitenleri anlattılar. Onlar Kufe'nin, Yezid'in askerlerinin eline düştüğünü, Müslim ve Hani'nin şehid düştüklerini haber verdiler. İmam Hüseyin (a.s) bu haberi duyunca gözlerinden yaşlar aktı ve sonra şöyle buyurdu: "Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi ahdini gerçekleştirdi (şehid oldu), kimi de (sıraları gelsin diye) beklemektedir. Onlar (verdikleri sözü) hiç bir değiştirme ile değiştirmediler."(2) (Kur'an-ı Kerim'de böyle bir durum için bundan daha uygun bir ayet bulamazsınız.) Yani biz sadece Kufe için gelmiş değiliz. Kufe teslim olmuşsa olsun. Bizim hareketimiz sadece Kufe halkının davetinin neticesinde oluşan bir hareket değil. Bu, Mekke'den Kufe'ye doğru gelmemizi gerektiren etkenlerden sadece biriydi. Bizim, bundan daha büyük ve daha ağır bir vazifemiz var. Müslim kendi ahdine sadık kaldı ve giderek şehid oldu. Müslim'in başına gelenleri biz de tadacağız. İmam saldırı ve inkılapçı konumu aldığı için mantığı, savunma ve yardımlaşma mantığıyla farklıydı. Savunma mantığı, değerli bir şeyi olan ve bir hırsızın onu kendisinden almasından korkarak, onu aldığı gibi kaçan bir adamın mantığı gibidir. Halbuki hırsızla güreşecek olsa hırsızı yere vurabilir kesinlikle, fakat bunları düşünmez. Gücünün yetip yetmeyeceğini aklından geçirmez. Mesele, onu hırsızdan saklamasıdır. Fakat saldırı konumunda olan bir insan sadece kendisini korumak istemez, kendi şehadeti pahasına olsa da düşmanı ortadan kaldırmak ister. Marufu emretme ve münkeri nehyetme etkeni gereğince, Hüseyin b. Ali'nin (a.s) mantığı şehid mantığı idi. Şehid mantığı diğer mantıkların ötesindedir. Şehid mantığı, kendi toplumuna bir mesajı olan ve bu mesajı kanından başka bir şeyle yazmak istemeyen kimsenin mantığıdır. Dünyada çoğu kimselerin mesajları ve söyleyecek sözleri vardı. Dünyada devamlı yapılan arama kazılarında falan padişahtan veya falan cumhur başkanından bir taş üzerine "Falan oğlu falan benim, filan yeri fetheden benim, dünyada şu kadar yaşayan, falan sayıda kadın alan, bu kadar keyif süren, şu kadar afiyette olan ve bu kadar zulm ve haksızlık eden benim." gibi yazıların bulunduğunu ve mahvolmasın diye de taş üzerine yazdırıldığını, fakat yine de o yazıların, o taşların üzerinde kaldığını, halkın unuttuğunu görüyoruz. Zira böyle mesajlar yere gömülür ve binlerce yıl sonra toprağın altından dışarı çıkarılır ve sonra da müzelerde saklanılır. İmam Hüseyin (a.s), kendi kanlı mesajını havanın titrek sayfası üzerine kaydetti, fakat kan ve kırmızı renkle içiçe olduğu için gönüllere işlendi. Bugün bütün milletlerde İmam Hüseyin'in (a.s) şu mesajını bilen milyonlarca kişiyi görüyoruz: "Doğrusu ben ölümü saadet ve zalimlerle yaşamayı zilletten başka bir şey bilmiyorum." İnsan zillet içinde, zalim ve facirlerle yaşayacaksa, sadece yemek, içmek ve uyumak için yaşayacaksa, zilletler altına girerek yaşamaktansa, ölüm böyle bir yaşantıdan binlerce kere üstündür. İşte şehidin mesajı budur. Saldırı konumunda olan ve mantığı şehid mantığı olan İmam Hüseyin (a.s), mesajını Kerbela sahrasında kaydettiği gün ne bir kağıt vardı ve ne de bir kalem, bilakis sadece gökyüzünün titrek sayfası vardı. Fakat bu mesajının gökyüzünün titrek sayfasında kalmasının sebebi nedir? Bu çağrı hemen gönüllerin sayfası üzerine intikal etti; gönüllerin üzerine öyle bir işlendi ki artık asla mahvolmaz. Her yıl Muharrem ayı gelince İmam Hüseyin'in (a.s) yeniden şöyle buyurduğunu görüyoruz: "Gerdanlık kızların boynuna yakıştığı gibi ölüm insanlara yakışır. Yakub Yusuf'u görmeyi arzu ettiği gibi ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum." Yine bütün ashabı öldürüldüğü ve sadece kendisi kaldığı halde, deniz gibi dalgalanan, her birinin elinde mızrak ve sırtında kılnç olan otuz bin kişinin karşısında durarak şu anlamda bir mesaj verdi: "Şu rezil oğlu rezil, şu haramzade oğlu haramzade (emir ve komutanınız olan Übeydillah b. Ziyad) bana kılıçla (ölümle) zillet arasında seçenekli olduğumu haber verdi; Hüseyin nerede, zillet nerede? (heyhat minn-ez zillet). Hüseyin zillete tahammül eder mi?! Allah bizim için zilleti beğenmez. Peygamber benim için zilleti beğenmez. Dünyadaki bütün müminler, zatları pak olanlar (kıyamete kadar insanlar bu konuda konuşacaklar), daha sonraları gelecek olan müminlerin hiç biri Hüseyin'lerinin zillete boyun eğmesini sevmezler. Ben zillete boyun eğer miyim?! Ben Hz. Ali'nin (a.s) eli altında büyümüş olan bir kişiyim, ben Zehra'nın terbiyesi ile yetişmiş olan bir kişiyim, ben Zehra'nın göğsünden süt emdim. Biz zillete boyun eğmeyiz." Bu şehidin mesajıdır. Medine'den hareket ettiği gün saldırı konumundaydı. Kardeşi Muhammed b. Hanifiye'ye yazdığı vasiyetnamede şu şekilde buyuruyor: "(Dünya insanları bilsinler ki) Ben makamperest, mevkiperest, bozguncu, müfsid ve zalim bir kişi değilim. Benim böyle hedeflerim yok. Benim kıyamım ıslah etmek içindir. Ceddimin ümmetini ıslah etmek için kıyam ediyorum. Ben marufu emretmek ve münkeri nehyetmek istiyorum." Muhammed Hanefiye'ye yazdığı mektupta ne kendisinden bey'at istendiğinden ve ne de Kufe halkının davetinden bahsedilmemiştir. Esasen henüz Kufe halkının davet meselesi sözkonusu değildi. Saldırı, şehid ve inkılabı yayma esasınca İmam Hüseyin (a.s) bir takım işler yapmıştır ki bu esas dışında başka bir esasla izah edilmesi imkansızdır. Nasıl mı? Şöyle ki, eğer İmam Hüseyin'in (a.s) mantığı sadece bey'at etme hususunda direnmek olsaydı Aşura akşamı ashabını (zikrettiğimiz delillerden dolayı) serbest bırakıp bilinçli olarak işlerini seçmeleri için bey'atını kaldırdığında onlar kalmayı seçince onların orada kalmalarına müsade etmemeliydi ve şer'en sizin burada öldürülmeniz câiz değil, bunlar beni öldürmek istiyorlar, benden bey'at istiyorlar, benim vazifem beyat etmemektir; öldürülürsem de öldürüleyim, sizi öldürmek istemiyorlar, siz niye burada kalıyorsunuz. Sizin burada kalmanız câiz değil, çekin gidin, demeliydi. Ama İmam Hüseyin (a.s) böyle yapmadı. İnkılapçı mantıkta, saldırı konumunda olan ve mesajını kanıyla yazmak isteyen kimsenin mantığında bu dalga her ne kadar geniş olursa, o kadar iyidir. Öyle ki, İmam Hüseyin'in (a.s) ashab ve akrabaları hazır olduklarını bildirince, onlar hakkında "Allah size hayır versin; Allah hepinizi mükafatlandırsın..." diye dua ediyor. Niçin Aşura akşamı Habib b. Mezahir-i Esedi'ye: "Esedoğullarına giderek, eğer mümkünse bir kaç yardımcı getir" buyurdular? Esedoğulları'nın toplam sayısı ne kadardı ki? Habib'in giderek Esedoğulları'ndan yüz kişi getirdiğini varsayalım. Onlar, otuz bin kişi karşısında ne yapabilirlerdi? Durumu değiştirebilirler miydi? Asla. İmam Hüseyin (a.s), kıyam, şehadet ve inkılap mantığı olan bu mantıkla bu vakıanın genişlemesini istiyordu. Ailesini de beraberinde getirmesi işte bunun içindi. Mesajının bir bölümünü ailesi iletmesi gerekiyordu. İmam Hüseyin (a.s), durum böyle olduğuna göre artık olacakların daha ateşli olmasını istiyordu; zira dünyada her zaman için meyvesi ve ürünü olacak bir tohum ekmek istiyordu. Kerbela'da oluşan manzara ve sahneler gerçekten hayret vericidir! Acaba bu üç etkenden (kıyama, yardımlaşma mahiyeti veren Kufe halkının daveti, savunma mahiyeti veren bey'at istenmesi ve saldırı mahiyeti veren marufu emretmek ve münkeri nehyetmek) hangisi daha değerlidir. Elbette bu etkenlerin değerleri bir ayarda değildir. Her etkenin belli bir derecesi vardır ve bu kıyama da o oranla değer kazandırır. Bir halkın, bu işe aday olan kişiye yardımcı olmaya hazır olduklarını bildirmesi ve o da hiç gecikmeden kendisinin de hazır olduğunu ilan etmesi bir etken olarak Kerbela kıyamına oldukça yüksek bir değer verir; ancak bundan daha üstünü bey'at istenmesi ve İmam Hüseyin'in (a.s) reddetmesi, öldürülmeye hazır olup bey'at etmeye razı olmaması etkenidir. Marufu emretme ve münkeri nehyetme etkeni olan üçüncü etkenin değeri bundan da fazladır. Buna binaen üçüncü etken, İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamına daha fazla değer kazandırmıştır. Burada, bir etkenin bir kıyama kazandırdığı değer ve o kıyamın kahramanının o etkene kazandırdığı değer hakkında kısa olarak şu noktaya değinmeyi uygun görüyorum: İnsan için, maddi olsun manevi olsun bir çok şeylerin değeri vardır, onun için iftihar sayılır, zinet sayılır şeyler vardır. Şüphesiz ilim insan için zinettir. Makam ve mevkiler, özellikle de Allah tarafından verilen manevi makamlar insan için iftihardır, değerdir; insana değer verir. Hatta bu değerlerin temsilcisi olan bir takım şeyler insana değer verirler; din hocasının cübbesi gibi. Elbette cübbe tek başına, din hocası olduğuna, yani İslami maariflerin ilmine ve İslami takvaya sahip oluşa delil değildir. Din hocası demek İslam maariflerini bilen ve İslami emirlere amel eden demektir. Bu elbise din hocası olmanın belirtisidir. Dolaysıyla eğer bir kimse onu yerinde ve haketmiş olarak giyerse o elbisenin çağrışımı doğrudur ve eğer hakketmeden ve yersiz olarak giyerse çağrışımı ve ifade ettiği doğru değildir. Velhasıl, genelde bu elbiseyi, hocalık maneviyet ve hakikatına sahip olanlar giydiği için bir iftihardır. Ben de bu elbiseyi giymeğe salahiyetim olmazsa, sizler beni tanımadığınız için bir toplantıda benimle karşılaştığınızda bu elbiseyi üzerimde görünce bana saygı gösteriyorsunuz. O halde bu elbise onu giyen için iftihardır. Bir üniversite hocasının elbisesi onun için iftihardır. Bu elbiseyi giyince bu elbiseyle iftihar eder. Bir din hocası, cübbesini giydiği zaman, gerçekten bu elbise onun için bir iftihardır; bu elbiseyi kendisine giydirdikleri ve hakiki hocalık makamına yükseldiği için iftihar etmelidir. Ancak bazen birisi ilim, takva ve amelde öyle bir seviyeye ulaşır ki o, bu elbise için iftihar olur. Hocalık cübbesi, falan kimsenin de giydiği elbisedir diyoruz mesela. En azından buna tarihi örnekler de verebiliriz. Bir grup bu cübbe, şu sarık nedir? dediğinde cevap olarak, bütün İslam ülkelerinin kendisiyle iftihar ettiği, Araplar'ın, kitapları arapça olduğu için bizdendir dediği, İranlılar'ın, Belh'li olduğu ve Belh de eskiden İran'ın olduğu için bizdendir dediği; Rusların da Belh şehri şimdi bizim elimizde olduğuna göre bizdendir dediği, herkesin bizdendir dediği ve bütün milletlerin kendisiyle övündüğü İbn-i Sina da bu elbiseyi giyerdi, deriz. Ebu Reyhan-i Biruni de yine aynı şekilde. O halde İbn-i Sina ve Ebu Reyhan-i Biruni bu elbisenin iftiharıdırlar. Şeyh Ensari, Hace Nesiruddin-i Tusî ve benzerleri de hoca cübbesiyle iftihar kazandırmışlardır. Bir üniversite hocası hakkında da aynı durum sözkonusudur. İnsanlar için profösörlük elbisesi iftihardır. Fakat bir prof. kendi işinde, ilimde, ihtisasta ve buluşlarında profösörlük elbisesi için iftihar olacak kadar üstün olabilir. Hz. Ali'nin (a.s) ashabından biri olan Sasaa b. Suhan-i Bu adam çok güzel olan birkaç cümleyle Hz. Ali'yi hilafetinden dolayı tebrik etti. Hz. Ali (a.s) hilafete geçince herkes geliyor ve tebrik arzediyordu. Sasaa da Hz. Ali'nin (a.s) karşısına geçerek ona hitaben şöyle dedi: "Ey Ali, (sen halife oldunsa hilafet sana zinet vermedi) sen hilafete zinet verdin. (hilafet seni yükseltmedi) Sen hilafeti yükselttin. Hilafetin sana, senin ona olan ihtiyacından daha fazla ihtiyacı vardı." Bu üç dört cümlenin on yaprak makale kadar değeri var. Yani ey Ali ben, bugün ismi sana atfedilen hilafeti tebrik ediyorum, halife olduğun için seni tebrik etmiyorum. Sen halife olduğun için hilafeti tebrik ediyorum, halife olduğun için seni değil. Bundan iyisini söyleyemeyiz. Marufu emretme ve münkeri nehyetme Hüseynî kıyama değer verdi; ama Hüseyin (a.s) de marufu emretme ilkesine münkeri nehyetmeye değer verdi. Marufu emretme ve münkeri nehyetme Hüseynî kıyamı yüceltti; fakat Hz. Hüseyin (a.s) bunu öyle bir şekilde icra etti ki onu yükseltti, marufu emretmek ve münkeri nehyetme ilkesinin başına bir iftihar tacı giydirdi. (Çoğuları, marufu emretmek ve münkeri nehyetmeyi icra ediyoruz diyorlar. Hüseyin de ilk önce diğerleri gibi sadece bir kelime konuştu: "Marufu emretmek, münkeri nehyetmek, ceddim ve babamın siretini sürdürmek (için kıyam ediyorum)" İslam da böyledir. İslam her müslüman için bir iftihardır; fakat öyle müslümanlar da vardır ki, gerçekten fahr-ul İslam (İslam'ın iftiharı)dırlar, izz-ud din (dinin izzeti), şeref-ud din(dinin şerefi) ve İslam'ın şerefidirler. Bu lakapları biz çoğu insanlara veriyoruz. Fakat herkes gerçekten böyle değildir tabii ki. Benim hakkımda eğer birisi böyle konuşursa kesinlikle yalandır. Benim varlığım İslam alemi için bir iftihardır diyebilir miyim ben?! Ben kimim ki? Yedi sekiz yıl önce konuşmak için Şiraz üniversitesine davet edildim. Üniversite hocaları ve hatta üniversite sorumluları da oradaydı. Önceleri talebe olan ve daha sonra Amerika'ya giderek doktur olup gelen ve gerçekten de faziletli bir kişi olan üniversite hocalarından biri beni tanıtmak üzere görevlendirilmişti. Kürsünün arkasına geçerek oldukça kalabalık da olan topluluğa beni şöyle tanıtmaya başladı: "Ben falancayı tanıyorum, Kum havzası şöyledir, Kum havzası böyledir..." Konuşmasının sonunda "ben bu cümleyi cesaretle söylüyorum ki, eğer diğerleri için hoca cübbesi iftiharsa, falanca, cübbesi için iftihardır." dedi. Bu söz çok rahatsız etti beni. Ben konuşmaya başladım. Konuşma esnasında o adama dönerek, ona hitaben "Bu nasıl bir söz ağzından kaçırdın?! Ne dediğinin farkında mısın?! Ben kimim ki, sen hakkımda, falanca cübbesinin iftiharıdır söylüyorsun?!" dedim. O sıralarda ben üniversiteli de sayılıyordum. Ona dedim ki, bütün ömrümde benim bir tek iftiharım varsa o da bu emame (sarık) ve cübbedir, dedim. Ben kimim ki iftihar olayım?! Birbirimiz hakkında söylediğimiz bu çürük medihler de ne demek oluyor?! İslam'ın iftiharı kelimesini Ebuzer-i Gıfari hakkında kullanmalı. Ebuzer'ler yetiştiren İslam'dır. Ammar Yasir İslam'ın iftiharıdır; Ammar Yasir'ler yetiştiren İslam'dır. Ebu Ali Sina İslam'ın iftiharıdır, Ebu Ali Sina gibi olağanüstü bir kişiyi yetiştiren de yine İslam'dır. Hace Nesiruddin İslam'ın iftiharıdır. Sadr-ı Mutaallihin İslam'ın iftiharıdır, Şeyh Murtaza Ensari İslam'ın iftiharıdır, Şeyh Behai İslam'ın iftiharıdır. Elbette İslam'ın iftiharı vardır; yani dünyanın üzerlerinde hesab ettiği ve hesab etmesi de gerektiği insanlar yetiştirmiştir İslam. Zira bunların, dünya kültüründe çok önemli rolleri vardır. Bizler kimiz?! Bizim ne değerimiz var?! İslam, iftiharımız olmayı, bir madalya olarak göğsümüzde olmayı kabul ederse biz, çok memnun olmalıyız. Biz mi İslam'a madalyaymışız?!!! Bizler İslam aleminin yüz karasıyız. Biz müslümanların çoğusu İslam aleminin yüz karasıyız. O halde dalkavukluğu kenara bırakalım. Gerçekleri söyleyelim. Hüseyin b. Ali (a.s) hakkında, gerçekten, marufu emretmek ve münkeri nehyetmeye değer ve itibar verdi, müslümanların şerefi olan bu ilkeye şeref verdi, söyleyebiliriz. Marufu emretme ve münkeri nehyetme, müslümanların şerefidir ve müslümanlara şeref veriyor söylüyorsam, kendimden söylemiyorum. Bu Kur'an-ı Kerim'in ayetinin tabiridir: "Siz insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmettsiniz; insanlara iyliği emrederseniz, kötülükte bulunmamalarını söylerseniz." Siz insanlar için çıkarılan milletlerin ve ümmetlerin en değerlisisiniz. Fakat, sahip olduğunuz takdirde ümmetlerin en değerlisi ve en üstünü olacağınız, size değer vermiş olan ve veren şey nedir? Bu sorunun cevabında buyuruyor ki: "İyliği emrederseniz, kötülükte bulunmamalarını söylerseniz." Bu ilke sizin aranızda olursa, siz İslam ümmetine değer verir. Ümmetlerin en değerlisi olmanız bu ilkeye sahip olduğunuz içindir. Bu ilke size değer vermiştir. O halde bu ilke aramızda olmadığı zaman değersiz bir ümmet mi olacağız? Evet, öyledir. Fakat Hz. Hüseyin (a.s) bu ilkeye önem verdi. Bazen iyiliği emrediyor ve kötülükten nehyediyoruz; fakat bu ilkeye değer vermemekle kalmıyor, bilakis değerini aşağı düşürüyoruz. Şimdi halkın genelinin iyliği emretme ve kötülükten nehyetmekten tasavvur ettikleri nedir? Bir takım cüz-i meselelere değil mi? Doğru olmayan meselelere demiyorum (zira onlardan bazıları doğru da değil); ancak bütün bunlar genel olarak güzeldir. Mesela, birisi iyliği emretme ve kötülükten nehyetme olarak karşısındakine, "şu altın yüzüğü parmağından çıkar" derse kendi yerinde doğrudur. Fakat insan hiçbir münker ve kötülüğü görmeyip sadece bunu görürse, mesela sakalı tıraş etme meselesini görürse ve sadece ceket, pantolon meselesini görürse işte bu doğru değildir. Biri şöyle anlatıyordu: Adamın biri, diğer biri aleyhinde çok konuşuyordu. Tekfir edecek kadar kızmıştı ona. Bu durumu görünce ben kendisine "Niçin onu bu kadar kötülüyorsun, ne yapmış?" dedim. Cevap olarak "yakalı gömlek giyiyor" dedi. Kötülükten sakındırmamız bu kadar alçalırsa, bu ilkeyi biz aşağı düşürmüş, hakir etmiş oluruz. Suudi Arabistan'da iyliği emreden ve kötülükten sakındıranlar, iyliği emredip kötülükten nehyetmenin değerini beş para etmişler. Kimse mesela Kabe'yi veya Resulullah'ın (s.a.a) türbesini öpmesin diye ellerine sopa almışlar. Gerçekten bu mu kötülükten sakındırmak! Ama Hz. Hüseyin'e (a.s) gelince, iyliği emretme, kötülükten sakındırma esasen onun işiydi. Bütün İslami marufları göz önünde bulundurur ve İslam dünyasının bütün münkerlerini bilirdi. İslam dünyasının ilk ve en büyük münkeri Yezid'in kendisidir, söylüyordu. İmam ve yönetici, Kur'an'ın hükmüyle amel etmeli, adaleti ayakta tutmalı ve Allah'ın dinine bağlı olmalıdır, buyuruyordu. İmam Hüseyin (a.s), her şeyini bu ilke yolunda ihlasla sundu. İyliği emretme ve kötülükten sakındırma yolunda ölüme zinet verdi. Böyle ölüme azamet ve yücelik kazandırdı. Medine'den çıktığı ilk günden itibaren güzel ölümden bahsediyordu. Ne kadar güzel bir tabir! Her ölüme güzel demiyordu; hak ve hakikat yolunda olan ölümü güzel biliyordu: Böyle bir ölüm, kadına zinet olan bir gerdanlık gibi insan için zinettir. Bunlardan daha açığı Kerbela'ya doğru gelince yol boyunca okuduğu şiirlerdir. Bu şiirlerin İmam Hüseyin'den (a.s) olması muhtemel olduğu gibi Hz. Ali'den (a.s) de olması muhtemeldir. Bu şiirlerden bir kaçı şu anlamdadır: "Eğer dünya hayatı bazılarının nazarında güzel ve değerliyse Allah'ın mükafat evi daha güzel ve üstündür." "Dünya malı sonunda bırakıp gitmek için toplanıyorsa Niçin insan bırakılıp gidilecek şeyi bahşetmez, cimrilik eder." "Eğer bu bedenler ölmek için yaratılmışsa Yiğidin Allah yolunda kılıçla öldürülmesi daha faziletlidir."
|